El-Vai Dergisi Sayı 471 Öne Çıkanlar
- Kategori Video
- |
El-Vai Dergisi Sayı 471 Öne Çıkanlar
Daha fazla bilgi için TIKLAYINIZ
Rabiu'l Ahir 1447 H. | Ekim 2025 M.
El-Vai Dergisi Sayı 471 Öne Çıkanlar
Daha fazla bilgi için TIKLAYINIZ
Rabiu'l Ahir 1447 H. | Ekim 2025 M.
Güney Sudan’ın 2011 yılında kuzeyinden ayrılmasından sonra, Abyei bölgesi tartışmalı bölge olarak bırakılıp, Kuzey ya da Güney’e olan aidiyeti netleştirilmedi. Bölgenin kuzeye veya güneye bağlanmasını kararlaştırmak üzere 2011 yılında yapılması planlanan referandum, seçmen kütüklerinin kimlerden oluşacağı konusunda iki devlet arasında çıkan anlaşmazlık nedeniyle gerçekleştirilemedi. Çünkü bu fitne bölgesi, güneye mensup Dinka Ngok kabilesi ile kuzeye mensup Misseriya kabilesinin yaşadığı bir yerdir. Elbette Dinka kabilesi, bu cahiliye asabiyetiyle, kuzey devletinde ezileceklerini bildiklerinden kabile bağlarından kopmayı kabul etmeyecektir. Aynı şekilde Misseriya kabilesi de, güney devletinde ezileceklerini bildiklerinden kabile bağlarından kopmayı kabul etmeyecektir. Her iki taraf da azınlıkta ve güçsüz kalmaktan korkuyor.
Bu kilitlenmiş durumun doğal bir sonucu olarak 2012’de bölgede kısa süreli bir çatışma yaşandı. Bu çatışma, çözümü değil, sorunun devamını ve dış müdahaleyi meşrulaştırmayı amaçlayan BM Geçici Güvenlik Gücü’nün (UNISFA) kurulmasıyla ancak yatıştırıldı. Kasım 2020’de ise BM Güvenlik Konseyi, Sudan ve Güney Sudan arasındaki çözülmemiş sorunları ve Güney Kordofan ile Mavi Nil eyaletlerindeki durumu ele alan 2046 sayılı kararını görüşmek üzere toplandı, ancak toplantıdan Abyei ile ilgili net bir karar çıkmadı.
Son olarak dün, 5 Kasım 2025 Çarşamba günü yapılan toplantıda ABD Büyükelçisi Michael Waltz, Sudan ve Güney Sudan’ı açıkça uyardı. Waltz, tarafların Güney Sudan’ın ayrılmasına yol açan barış anlaşmasındaki yükümlülüklerine uymamaları halinde, ABD’nin 15 Kasım’da görev süresi dolacak olan Birleşmiş Milletler barış gücü misyonunun (UNISFA) görev süresinin uzatılmasını veto edeceğini söyledi.
Biz, Hizb-ut Tahrir Sudan olarak, 21 Mayıs 2011’de yaptığımız basın açıklamasında Naivasha Anlaşması’nın tehlikelerine dikkat çekmiş ve Abyei bölgesinin ‘Sudan’ın Keşmir’i’ olacağını, yani çözülemeyen bir sınır sorununa dönüşeceğini vurgulamıştık. Nitekim öyle de oldu! Aradan 14 yıl geçti ve Abyei sorunu bir arpa boyu yol gidemedi. Elbette bu, sömürgeci Batı’nın karakterini bilenler için şaşırtıcı değil. Onlar, İslam coğrafyasını, özellikle de 1916’daki o lanetli Sykes-Picot paçavrasıyla böldükleri Arap dünyasını, bilerek ihtilaflı bölgelerle doldurdular. Bu sorunlar asla çözülmedi, çünkü zaten çözülsün diye değil, sürekli kanasın diye oraya koyuldular! Tıpkı Mısır ve Sudan arasına attıkları Halaib ve Şelatin nifak tohumu gibi.
Kökeni Müslüman topraklarının sınırları içinde olan bu meseleler, ancak Hilafet Devletinin kurulmasıyla çözülecektir. Hilafet, Müslüman beldelerini birleştirecektir. Çünkü tüm topraklar İslam hukukuna göre tek bir statüde kabul edilecektir. İslam’a göre arazi ya öşür ya da haraç arazisidir. Bu yüzden ümmet, Nübüvvet metodu üzere Raşidi Hilâfet’i kurmak için derhal ayağa kalkmalıdır! Hilafet İslam beldeleriyle oynayan sömürgeci kâfirin elini kesecek, kökünü kazıyacaktır.
Sömürgeci kâfirlerin ektiği fitne tohumlarının bir sonucu olarak Sudan’ın El Faşir şehrinde işlenen katliam, tecavüz ve binlerce ailenin yerinden edilmesine sebep olan vahşi suçlar medyada yer aldı. Bu noktada akıllara şu soru geliyor: Allah’a ve elçisi Muhammed’e inandığını söyleyen, ahiret gününe iman eden bir Müslüman, nasıl olur da din kardeşinin canına, malına ve onuruna bu kadar kolayca kıyabiliyor?! Onu korkutmayı nasıl göze alabiliyor? Oysa Rasûl SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyuruyor:
لَا يَحِلُّ لِمُسْلِمٍ أَنْ يُرَوِّعَ مُسْلِمًا“Bir Müslümanın bir Müslümanı korkutması helal değildir!”
Ne yazık ki benzer trajediler daha önce Suriye, Mısır, Yemen, Libya ve Irak gibi birçok Müslüman ülkede yaşandı. Yoksa Müslümanlar, birbirlerinin canının ne kadar kutsal olduğunu unuttular mı?
Bir Müslümanı kasten öldürmenin haram olduğu, Kur’an’ın kesin bir ayetiyle sabit olan ve dinen bilinmesi zorunlu bir gerçektir.
وَمَنْ يَقْتُلْ مُؤْمِناً مُتَعَمِّداً فَجَزَاؤُهُ جَهَنَّمُ خَالِداً فِيهَا وَغَضِبَ اللَّهُ عَلَيْهِ وَلَعَنَهُ وَأَعَدَّ لَهُ عَذَاباً عَظِيماً“Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası içerisinde ebedi kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazap eder ve lanet eder. Onun için büyük bir azap da hazırlamıştır.” [Nisa 93] Kasten cana kıyan bir katil için, bundan daha ağır bir ceza olabilir mi? Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:
كُلُّ الْمُسْلِمِ عَلَى الْمُسْلِمِ حَرَامٌ؛ دَمُهُ وَمَالُهُ وَعِرْضُهُ“Her Müslümanın bir başka Müslümana kanı, malı ve ırzı (şeref ve namusu) haramdır.” Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Vedâ Hutbesi’nde, Müslümanın canını, malının ve namusunun diğer Müslümana haram olduğunu bildirmiştir. Şeri naslar, Müslümanın dokunulmazlığının korunması gerektiği konusunda son derece açıktır ve dinimiz, bu sınırları çiğneyenler için çok ağır yaptırımlar öngörmüştür.
Ey Müslümanlar! Ne oluyor size? Bir Müslümanın, elindeki soğuk demire güvenerek, kardeşinin sımsıcak canına, onuruna kastetmesini aklınız alıyor mu? Sömürgeci kafirler, içimizden birkaç kişiye güç ve silah verip onları kardeşlerinin üstüne salacak kadar kolay mı yönetiyor bizi? Askerin, polisin görevi halkını korumak değil mi? Nasıl olur da silahını kendi insanına doğrultur? O asker, yarın Allah’ın karşısına çıkınca, “Komutanım emretti, ben de yaptım” deyince kurtulacağını mı sanıyor?
Ey Müslümanlar! Bu işin vahametini ve Yüce Allah nezdindeki ağırlığını idrak etmelisiniz. Bir Müslümanı öldüren, Allah’ın gazabına, lanetine ve rahmetinden uzaklaştırılmaya ve ebediyen cehennem ateşine müstahak olacaktır; zira Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
لَا يَزَالُ الْعَبْدُ فِي فَسْحَةٍ مِنْ دِينِهِ مَا لَمْ يُصِبْ دَماً حَرَاماً“Mümin, haram bir kana bulaşmadıkça dininde ferahlık üzere devam eder.” Bir kişi, adam öldürmediği sürece, işlediği diğer günahlar için dinimizde her zaman bir kolaylık, bir tövbe kapısı mevcuttur. Ama ne zaman ki bile isteye bir cana kıyarsa, işte o zaman o kapıyı kapatmış olur ve Allah’ın gazabına maruz kalır. Kardeşi ona silah çekmiş olsa bile, hiçbir mazeret ona fayda etmeyecek.
إِذَا الْتَقَى الْمُسْلِمَانِ بِسَيْفَيْهِمَا فَالْقَاتِلُ وَالْمَقْتُولُ فِي النَّارِ. قِيلَ: هَذَا الْقَاتِلُ فَمَا بَالُ الْمَقْتُولِ؟ قَالَ: إِنَّهُ كَانَ حَرِيصًا عَلَى قَتْلِ صَاحِبِهِ“İki Müslüman kılıçlarıyla karşılaşırsa ölen de öldüren de Cehennemdedir.” Denildi ki: Ya Rasûlullah! Öldürenin durumu belli, ama ölen niçin cehennemdedir? Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem, “Çünkü o, arkadaşını öldürmek istiyordu” buyurdu.” Şayet biri ‘Bu durumda ne yapmalıyım?’ diye sorarsa, Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem tam da bu soruyu, özellikle kargaşa (fitne) zamanlarına atıfta bulunarak cevaplamıştır. Ebu Musa el-Eş’arî’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
إِنَّ بَيْنَ يَدَيْ السَّاعَةِ فِتَنًا كَقِطَعِ اللَّيْلِ الْمُظْلِمِ، يُصْبِحُ الرَّجُلُ فِيهَا مُؤْمِنًا وَيُمْسِي كَافِرًا، وَيُمْسِي مُؤْمِنًا وَيُصْبِحُ كَافِرًا، الْقَاعِدُ فِيهَا خَيْرٌ مِنْ الْقَائِمِ، وَالْمَاشِي فِيهَا خَيْرٌ مِنْ السَّاعِي، فَكَسِّرُوا قِسِيَّكُمْ، وَقَطِّعُوا أَوْتَارَكُمْ، وَاضْرِبُوا سُيُوفَكُمْ بِالْحِجَارَةِ، فَإِنْ دُخِلَ - يَعْنِي عَلَى أَحَدٍ مِنْكُمْ - فَلْيَكُنْ كَخَيْرِ ابْنَيْ آدَمَ“Kıyametten hemen önce karanlık gecenin parçaları gibi fitneler var. Kişi o fitnelerde mümin olarak sabaha erer, akşama kâfir olur; mümin olarak akşama erer, sabaha kâfir çıkar. O fitnede oturan, ayakta durandan hayırlıdır. Yürüyen koşandan hayırlıdır. Öyleyse yaylarınızı kırın, kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı da taşa vurun. Sizden birinin evine girerlerse, Hz. Âdem’in iki oğlundan hayırlısı olsun (ölen olsun, öldüren değil)”
Her Müslümanın kalbine, her subayın, askerin, polisin ve elinde bir silah tutan herkesin vicdanına bir sesleniştir bu:
Yaradan, bize düşünelim diye bir akıl ışığı bahşetti ve o ışığı doğru yolda kullanmamızı bir görev kıldı. Bu yüzden insan, atacağı bir adımın, söyleyeceği bir sözün şeri hükmünü bilmeden ne yürümeli ne de konuşmalıdır. Hükmü bilmek ise, şeri hükmün indiği amacı anlamaktan geçer. Bu nedenle Müslümanın, olayların ardındaki hakikati gören bir siyasi basirete sahip olması gerekir. Bize ve inancımıza dair zerre kadar hayır beslemeyen, bizi lime lime etmek, topraklarımıza hükmetmek ve ruhumuzun zenginliklerini dahi yağmalamak için tüm gücüyle, şeytani bir dehayla çalışan sömürgecilerin karanlık senaryolarına kapılıp gitmemelidir. Öyleyse bir Müslüman, nasıl olur da o zalim sömürgecilerin elinde bir maşa, onların piyonlarının emirlerini uygulayan bir kukla olmayı kabul eder? Bu fani dünyanın gelip geçici parıltısına aldanıp da ebedi geleceğini ateşe atmayı, cehennemin yoldaşı, lanetlenmiş ve ilahi rahmetten sürgün edilmiş olmayı ister mi? Bir Müslüman, fani ve aciz bir kulu hoşnut etmek uğruna, dünya ve ahiretin mutlak sahibi olan Allah’ın gazabını üzerine çekmeyi kabul eder mi? Allah’ın şu kelamını okuyun ve nerede durduğunuza karar verin:
وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَثِيراً مِّنَ الْجِنِّ وَالإِنسِ لَهُمْ قُلُوبٌ لَّا يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لَّا يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لَّا يَسْمَعُونَ بِهَا أُوْلَـئِكَ كَالأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ أُوْلَـئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ“Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” [Araf 179] Siyasi basiretten yoksun bir halde, hayvanlar gibi, hatta onlardan daha şuursuzca güdülmeyi ve aklınızı, kulaklarınızı ve gözlerinizi kullanmayarak cehennem ehlinden olmayı mı yeğliyorsunuz?!
Ey Müslümanlar! Hizb-ut Tahrir, her Müslümanı, bir başka Müslümanın canına, malına veya onuruna en ufak bir zarar vermekten kesinlikle sakındırmaktadır. Sizi Allah’ın gazabına ve O’nun şiddetli azabına karşı uyarmaktadır. Yemin olsun ki, bu mesele son derece ciddi bir meseledir, şaka değildir. Sakın ha son pişmanlığın fayda etmeyeceği ölüm anında uyanan gafillerden olmayın. O gün geldiğinde, daha önce inanmamış veya inancıyla bir iyilik yapmamış kimseye imanı asla fayda etmeyecektir. Dünyanın aldatıcı ve geçici zevklerine kanmayın; çünkü onlar mutlaka yok olacaklardır. Unutmayın, ölüm bir nefes kadar, ayakkabınızın bağı kadar yakındır size. O yüzden kimse kardeşine haksızlık yapmaya kalkışmasın. Hizb-ut Tahrir sizi siyasi bilince sahip olmaya, Allah’ın hükümlerine uymaya ve bu hükümleri hayata geçirmek için kendisiyle birlikte çalışmaya çağırıyor. Ancak bu şekilde, sömürgeci güçlerin ve yerel uzantılarının bölgemizdeki planları boşa çıkarılabilir ve hegemonyaları sonlandırılabilir.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَجِيبُواْ لِلّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُم لِمَا يُحْيِيكُمْ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ * وَاتَّقُواْ فِتْنَةً لاَّ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُواْ مِنكُمْ خَآصَّةً وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ“Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’ın ve Rasûlü’nün çağrısına uyun ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Yine bilin ki, O’nun huzurunda toplanacaksınız. Sadece içinizden zulmedenlere erişmekle kalmayacak olan bir azaptan sakının ve bilin ki Allah, azabı çetin olandır.” [Enfal 24-25]
Ek Gıda Yardım Programı, geçim sıkıntısı çeken veya engeli bulunan kişi ve ailelere devletin sunduğu bir destek programıdır. Bu program sayesinde insanlar, kendilerine verilen elektronik bir kartla alkol dışında yiyecek, içecek ve ekip biçmek için tohum veya fide gibi şeyler alabilirler. Yapılan araştırmalar tam 42 milyon Amerikalının, sofralarına bir tabak yemek koyabilmek için SNAP yardımlarına muhtaç olduğunu ortaya koyuyor. Bu yardım eliyle hayata tutunan yetişkinlerin yarısından fazlası, çoğu tek başına çocuk büyüten fedakâr annelerdir. Daha da dokunaklısı, bu sistemden destek alanların %39’u çocuklardır. Yani her beş çocuktan biri, karnının doyması için bu yardıma umut bağlıyor. Federal hükümetin kepenk kapatması, eyaletleri de vurdu. Bazı eyaletler, kendi bölgelerindeki ücretsiz veya indirimli okul yemeklerini sürdürebilmek için alternatif finans kaynakları aramak zorunda kaldı. Zira Amerika’da birçok çocuk, gün boyu yalnızca okulda verilen yemek sayesinde açlıktan kurtulmaktadır. Bunun bir neticesi olarak, ülke çapındaki gıda depoları (gıda bankaları) boş rafların görüntülerini paylaştılar ve artan gıda talebini karşılamak üzere insanlardan gıda ve market hediye kartları bağışlamalarını talep ettiler.
İnsan sormadan edemiyor, nasıl olur da dünyanın en zengin ülkesi, yardıma muhtaç milyonlarca insanın aç kalacağı gerçeğine bigâne kalabiliyor? Hükümet kapalıyken bile Amerika’nın parasını nereye harcadığını merak ediyor olabilirsiniz. Hükümet, kendi aç halkının iaşesini güvence altına almak yerine, milyarlarca doları Müslüman Filistinlileri katletmesi için işgalci Yahudi varlığına peşkeş çekmektedir. Biz, şatafatlı bir balo salonu inşa etmeyi bile her şeyden daha mühim gören bir zihniyetle karşı karşıyayız. Diğer bazı vekiller ise temsil etmekle yükümlü oldukları halkın refahından önce kendi kişisel yatırımlarının peşine düşmektedirler! Gördüğünüz gibi, kapitalist Amerika hiçbir zaman kendi vatandaşının işlerini gütmekle ilgilenmemiştir. Onun stratejik önceliği daima, dünya çocuklarını temel ihtiyaçları olan güvenlik, gıda, barınma ve eğitimden mahrum edenlere askeri ve mali imkânlar sunmak olmuştur. Bu durumun doğal bir sonucu olarak Amerika, kendi sınırları içindeki çocukları bile gıda ve güvenlik açığıyla baş başa bırakmakta, onlara nitelikli eğitim ve sağlık hizmeti sunamamaktadır.
Evet, dünyanın sözde en zengin ülkelerinde yaşayanlar bile, halkını aç bırakıp yöneticilerin ceplerini doldurmasını izleyen bir sisteme değil; Liderinin, Halife Ömer misali, bir tek çocuk bile aç kalmasın diye, kendinden önce onları doyurmak için ülkeyi adım adım dolaştığı bir sisteme muhtaçtır. Bu sistem, insanların tüm işlerini Allah’ın indirdiklerine göre yürütecektir. İşte bu adaleti ve daha fazlasını getirebilecek tek bir siyasi sistem vardır: O da Hilafettir!
ASIO Genel Direktörü Mike Burgess, dün Lowy Enstitüsü’ndeki konuşmasında, Avustralya rejiminin soykırımcı Yahudi varlığına sağladığı desteği bir kez daha gözler önüne serdi. Burgess, sömürgeci hükümetlerin ve soykırım destekçilerinin ağzından düşürmediği bayat nakaratları tekrarladı: “toplumsal uyum” tehdidi, sahte “Yahudi düşmanlığı” yaygarası ve “siyasi şiddet” korkusu... Hatta işi, ülkede siyasi suikastlar olabileceği iftirasını atmaya kadar vardırdı.
Zalimi mazlum, mazlumu zalim göstermeye yönelik bu aciz çabasında Burgess, Gazze’deki ümmetin derdini sahiplenen Hizb-ut Tahrir’i örnek göstererek Gazze konusundaki hassasiyetleri istismar etmeye çalıştığını söyledi. Burgess konuşmasında, Hizb-ut Tahrir gibi bir oluşum dini motivasyonlu olsa da, kışkırtıcı davranışları, saldırgan söylemi ve sinsi stratejisi, Nasyonal Sosyalist Ağ’ın (bir neo-Nazi grubu) taktiklerine çok benziyor. Örgütün [İsrail]’i ve Yahudileri kınaması medyanın ilgisini çekmekte ve üye toplamaya yardımcı olmaktadır. Ancak ülke içinde şiddet eylemlerini veya siyasi amaçlı şiddet eylemlerini teşvik etmekten kasten geri durmaktadır. Hizb-ut Tahrir, yasallığın sınırlarını kırmadan test etmek ve esnetmek istemektedir. Neo-Nazilerde olduğu gibi, bu durum onların davranışlarını kabul edilebilir kılmaz. “İsrail” karşıtı söylemlerinin, daha geniş antisemitik anlatıları körüklemesinden ve normalleştirmesinden korkuyorum” dedi.
Bu bağlamda Hizb-ut Tahrir / Avustralya, aşağıdaki hususları açıklığa kavuşturmak istiyor:
1- Bu dersin, bu konferansın ateşli bir Siyonist ve soykırımın yılmaz bir savunucusu olan Frank Lowy’nin kurduğu o meşhur Lowy Enstitüsü’nde verilmesi ne kadar da manidar. Hükümetin “toplumsal uyum” dediği o büyülü sözcüğün ardında neyin yattığını anlamak için bundan daha iyi bir sahne olamazdı. Burgess, çocuk katliamını ve cinsel şiddeti meşrulaştıran, şehirlerin topyekûn imhasını ve hayatta kalanların aç bırakılmasını rasyonelleştiren bir dinleyici kitlesine hitap etti. Anlaşılan o ki bunların “huzur” dediği şey, suçluların istediklerini yapması, kurbanların ise sesini çıkarmadan acı çekmesidir.
2- Avustralya, tarihsel olarak her zaman soykırımın yılmaz bir savunucusu olmuştur. İngilizler 1788’de gelip burayı işgal ettiğinde de soykırım normaldi. 1947’de Filistin’de ilk soykırım olduğunda da, 2023’ten beri devam eden bu son vahşette de soykırımı hep normal karşıladılar. Bütün bu suçlar kendi kanunlarına göre ‘yasal’ sayılırken, Burgess’in çıkıp “aman yasaları çiğnemeyin” diye endişelenmesi gerçekten ne kadar da aşağılık bir komedidir.
3- İslam’a karşı açılan yirmi yıllık ‘teröre karşı savaş’ haçlı seferi, Batılı sömürgeci devletlerin, işledikleri cürümlerin hesabını vermemek için ne denli alçalabileceklerini bize gösterdi. Geçmişteki suçlarının sorumluluğunu almak yerine, bütün beldeleri yerle bir ederek, milyonlarca masum Müslümanı katlederek ve bu vahşete karşı en ufak bir ses çıkaranı bile “terörist” diye damgalayarak suçlarına bir yenilerini eklediler. Şimdi aynı şeytani senaryo, soykırımcı Yahudi varlığını aklamak için sahneleniyor.
4- “İsrail” düşmanlığı, tüm inançlardan ve dünyanın dört bir yanından insanların ortak hissiyatıdır; bu düşmanlık, yalnızca ve yalnızca o işgalci varlığın işlediği cürümlere karşı fıtri bir tepkidir. İşte bu yüzden dünya, artık o bayatlamış ve ahmakça “Yahudi düşmanlığı” iftiralarını bir esnemeyle geçiştirmeyi öğrenmiştir.
5- Hizb-ut Tahrir’in Gazze meselesinde ümmeti istismar ettiği iftirası, sömürgeci kâfirlerin Müslümanlara duyduğu aşağılık kompleksinin bir yansımasıdır; zira bu iddia ümmeti çocuk yerine koymaktır. Güya Müslümanlar kendi başlarına siyasi tefekkürden acizmiş, bütün dünyanın gördüğü soykırımı göremeyecek kadar körlermiş de, kötü niyetli birilerinin sinsi oyunlarına kolayca kanacaklarmış... Elbette bu çocuklaştırma politikası, Batılı rejimlerin ümmeti topluca “terbiye etme” ve kontrol altında tutma stratejilerinin temel direğidir.
6- Burgess’in Hizb-ut Tahrir saldırısı, asıl hedefi ümmet olan bir gözdağı verme kampanyasıdır. Çünkü Hizb-ut Tahrir, ümmetin içinde Filistin’in işgaline karşı taviz vermeyen, ilkeli ve sarsılmaz bir sestir. Batılı rejim ve soykırım yardakçıları, sırf bu amaçla yeni zulüm yasaları icat etmek zorunda kalsalar bile, devlet terörü tehdidiyle ümmeti sindirmeyi ve susturmayı ummaktadırlar.
7- Hizb-ut Tahrir’in daveti, sadece Mübarek Toprak Filistin’i Siyonist işgalcilerin pisliğinden temizlemek değildir. Bu dava, aynı zamanda, halklarını sömüren, fakirleştiren ve açgözlü kapitalist efendilerin kölesi haline getiren laik tağuti rejimler altında inleyen tüm dünya mazlumlarını -Müslüman olsun kâfir olsun- kurtarma davasıdır. Hizb-ut Tahrir’in projesi, Batı’nın %1’lik kesimine hizmet eden sömürücü kapitalist sisteme karşı kapsamlı bir uygarlık alternatifi sunmaktadır. Bu alternatif, Nübüvvet metodu üzere Raşidi Hilafettir. Hilafet, Allah’ın indirdikleriyle yönetecek, sadece Müslüman topraklarına değil, tüm dünyaya adalet ve istikrar getirecektir.
8- Burgess’in Hizb-ut Tahrir’e yönelik saldırısı, Batı medyasının yürüttüğü daha geniş İslamofobi kampanyasının bir enstrümanıdır. Bu kampanyanın stratejik amacı, Batı’nın iflas etmiş medeniyetine bir alternatif olarak İslam’ın yükselişini engellemek için, İslam’ın gerçek doğası hakkında küresel bir dezenformasyon yaratmaktır. Burgess’in rolü, bu bağlamda, İslam’ın mesajını itibarsızlaştırmak için Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e iftira atan Kureyşli müşriklerin propagandist rolüne benzemektedir. Ancak tarihsel tecrübe göstermiştir ki, bu tür karalama kampanyaları başarısız olmaya mahkûmdur. Hakikatin batıldan ayırt edilmesi sadece bir zaman meselesidir.
9- Burgess’in kasıtlı muğlaklığına ve zaman zaman apaçık dezenformasyonuna karşı, tüm dünyadaki Müslümanlarca benimsenen, Filistin meselesine dair İslam’ın görüşünü yeniden teyit etmek istiyoruz:
A- Filistin İslam toprağıdır ve onun geleceğine yalnızca Müslümanlar karar verecektir.
B- Tarih boyunca İslam yönetimi altında Filistin’de Müslümanlar, Yahudiler ve Hristiyanlar barış içinde bir arada yaşamışlardır.
C- Filistin’in İngiliz mandası döneminde sömürgeci çıkarlar doğrultusunda Siyonistlere devredilmesi meşru kabul edilemez. Müslümanlar, işgalin varlığını normalleştirme yönündeki her türlü girişimi daima reddedeceklerdir.
D- Filistin, askeri işgal yoluyla ele geçirilmiştir ve askeri saldırganlığa verilecek tek kabul edilebilir cevap, askeri operasyondur.
E- Siyonist işgalin zalim ellerini kırmak ve Mübarek Toprak Filistin’i tamamen özgürlüğüne kavuşturmak, bu toprakların öz evlatları olan Müslüman ordularının boynunun borcudur.
Sudan, iki yılı aşkın bir süredir devam eden savaşında büyük bir dönüm noktasına tanıklık etti. Zira Hızlı Destek Güçleri’nin (HDG), Sudan ordusunun ülkenin batısındaki Darfur bölgesindeki son kalesi olan El Faşir kentini ele geçirerek bölgedeki hâkimiyetini pekiştirdi. Çatışmalar şu anda komşu Kordofan bölgesinde yoğunlaşmaktadır.
Birleşmiş Milletler verilerine göre, geçtiğimiz Pazar gününden bu yana El Faşir’de yaşanan çatışmalar nedeniyle çoğu kadın ve çocuk olmak üzere 36 binden fazla sivil yerinden edildi. Bu insanlar, kimliğe dayalı cinayetler, kundaklama, kız çocukları ve kadınları hedef alan tecavüz eylemlerinin yanı sıra yağma, talan ve fidye için adam kaçırma gibi çok sayıda ihlale maruz kaldı. Yerinden edilenlerin büyük bir kısmı, hâlihazırda yaklaşık 650 bin yerinden edilmiş kişiyi barındıran ve 70 kilometre uzaklıktaki Tavile kasabasına yöneldi. Bu durum, Kuzey Darfur genelinde halk için son güvenli sığınak haline gelen bu kasabadaki insani durumu daha da kötüleştirdi.
BM, El Burhan’ın ordunun çekildiğini kabul etmesinin ardından El Faşir’de bir insanlık felaketi yaşanabileceği uyarısında bulundu. Açıklamada, Hızlı Destek Güçleri’nin burada yeni ve korkunç suçlar işlediği, video kayıtlarının HDG unsurlarının sivillere, esir alınmış askerlere ve müttefik gruplara karşı toplu infazlar gerçekleştirdiğini belgelediği belirtildi. İnsani alanda faaliyet gösteren Sudan Doktorlar Ağı da Hızlı Destek Güçleri’ni El Faşir’de faaliyet gösteren tek hastanedeki hastaları ve refakatçilerini katletmekle suçladı. Başkent Hartum yerine ülkenin en doğusundaki Port Sudan şehrini geçici başkent olarak kullanan Sudan hükümeti, Hızlı Destek Güçleri’nin ihlallerinin soykırım suçu düzeyine ulaştığını, El Faşir’i kontrol altına aldıklarından bu yana yaklaşık iki bin sivili öldürdüklerini ve şehirden kaçmaya çalışanların da tecavüz, yağma ve fidye için kaçırılma gibi ihlallere maruz kaldığını açıkladı.
UNICEF İcra Direktörü ise yaptığı açıklamada, 500 günden fazla bir süredir kuşatma altında olan Faşir’deki yaklaşık 130 bin çocuğun öldürülme, sakat bırakılma, kaçırılma ve cinsel şiddet gibi ağır ihlallere maruz kaldığını belirtmiş, gıda, su ve ilaç kıtlığı nedeniyle orada hiçbir çocuğun güvende olmadığını ve kötüleşen insani koşullarla karşı karşıya olduklarını vurguladı.
Güvenlik Konseyi ise her zamanki gibi, Hızlı Destek Güçleri tarafından sivil halka karşı işlendiği bildirilen vahşet olaylarından duyduğu endişeyi dile getirdi ve çatışmanın tüm taraflarını derhal ateşkese uymaya çağırdı. Oysaki bu Konsey, savaş boyunca kınama ve eleştiriden bile uzak durmuştur, çünkü içerisindeki büyük veya etkili devletler Sudan’daki çatışmayı körükleyenlerin ta kendileridir.
Ey Sudan halkı! Ne zamana kadar Sudan’daki ve diğer yerlerdeki çatışmalar, uluslararası güçlerin sömürü hırslarına ve onların şeytani planlarına, müdahalelerine ve çatışan taraflara silah sağlayarak tam bir kontrol sağlama mücadelelerine yakıt olmaya devam edecek?! Kadınlarınız ve çocuklarınız, iki yılı aşkın bir süredir Batı ve işbirlikçilerinin Sudan’ın kaderini kontrol etme çıkarlarından başka bir şeye hizmet etmeyen bu kanlı çatışmadan dolayı acı çekmektedir. Stratejik konumu ve zenginlikleri nedeniyle her zaman tamah ettikleri Sudan’ı parçalamak ve bölmek onların çıkarınadır. Hızlı Destek Güçleri’nin El Faşir’i ele geçirmesi de bu komploların bir başka halkasıdır. Zira Amerika bununla Darfur bölgesini koparmak, Sudan’daki nüfuzunu pekiştirmek ve oradaki İngiliz nüfuzunu ortadan kaldırmak istemektedir.
Çözüm ne demokratik bir hükümette ne de askeri bir hükümettedir. Çözüm, sömürgeci kâfir Batı’nın tüm renkleri, şekilleri ve takipçileriyle birlikte nüfuzundan kurtulmaktır. Çözüm, Nübüvvet Minhacı üzere İkinci Raşidi Hilafet’in gölgesinde İslam’ı yönetim makamına taşımaktır.
إِنْ يَنْصُرْكُمُ اللَّهُ فَلَا غَالِبَ لَكُمْ وَإِنْ يَخْذُلْكُمْ فَمَنْ ذَا الَّذِي يَنْصُرُكُمْ مِنْ بَعْدِهِ وَعَلَى اللَّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ “Eğer Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa, O’ndan sonra size kim yardım edebilir? Öyleyse müminler, yalnızca Allah’a tevekkül etsinler.” [Âli İmran 160]
Sudan'daki Kan Şelalesi ve El Faşir'in Unutulmuş Çığlığı!
Bugün Sudan, modern tarihinin en kanlı dönemlerinden birini yaşıyor; zira şehirler yıkılıyor, köyler yakılıyor ve hesapsız bir şekilde hayatlar kaybediliyor. Müslümanlar ise, sanki Sudan'dan Gazze'ye kadar -Müslümanların kanının- kayda değer bir kıymeti yokmuş gibi bitmek bilmeyen kan şelalesi karşında sessiz kalırken, dünya ise enkaz altında bulunamayan Yahudi askerin naaşının kaybolmasının yüzünden ayağa kalkıyor!
Sudan'ın durumu, İslam beldelerinden kardeşleri Libya, Yemen, Filistin ve Lübnan'ın -ki liste uzayıp gidiyor- durumundan daha az perişan değildir. Ancak Sudan'daki çatışmayı takip eden birisi, ordu ile Hızlı Destek Güçleri arasındaki bu görünür çatışmanın arkasında daha derin bir gerçeğin yattığını idrak eder: bu gerçek ise, bu bitkin ülkenin geleceği hakkında son sözü söylemek için rekabet eden büyük güçler arasında, Sudan topraklarında yerel araçlarla yürütülen uluslararası bir nüfuz çatışmasıdır.
Beşir'in düşüşünden bu yana Amerika, herhangi bir ortak olmaksızın Sudan üzerindeki nüfuzunu genişletmeye çalışmaktadır. “Demokratik dönüşüm” hakkındaki söylemine gelince; Sudan'ı Amerikan ölçülerine göre formüle etmeyi hedefleyen proje için siyasi kılıftan başka bir şey değildir.
–Hızlı Destek Güçleri ve el-Burhan hükümeti– gibi savaşan taraflar, özünde Amerika'nın bir türetmesi olup aralarındaki çatışma yoluyla, yönetimin Avrupa destekli sivil harekete intikal etme süreci geciktirilmek istenmektedir.
Washington, -coğrafi konumu ve doğal kaynakları ile- Sudan'ın, Doğu Afrika ve Kızıldeniz'de stratejik bir anahtar oluşturduğunun farkındadır; bu nedenle yaklaşık üç yıldır mevcut durumu, yani "kararsızlık" durumunu olduğu gibi korumaya çalışmaktadır; çünkü kaosun devam etmesi ona, müdahale etmek ve olayların gidişatını kontrol etme için büyük fırsat vermektedir.
Öte yandan İngiliz nüfuzunu temsil eden sivil akım, geçmişte İngiltere'nin Sudan'ı yönettiği dönemin doğal bir uzantısı olarak iktidarı talep etmektedir. Yani İngiltere, siyasi elitler, sivil toplum kuruluşları, geniş medya ve siyasi destek gibi yeni araçlar yoluyla eski rolünü geri kazanmaya çalışmaktadır.
Bu, Sudan'ın vasileri arasındaki bir çatışmadır: zira İngiltere, sivil akımı kendi nüfuzunun bir uzantısı yapmaya çalışırken, Amerika ise bu akımı zayıflatmaya ve yönetimin ona teslim edilmesini geciktirmeye çalışmaktadır; amaç ise ülkenin yönetiminde ikili bir ortaklık değil, bilakis mutlak Amerikan hakimiyetidir.
Yaralı ve kanayan bir şehir olan El Faşir ise, bu çatışmanın tam merkezinde durmakta olup trajedinin en korkunç fasıllarına tanıklık etmektedir; zira Hızlı Destek Güçleri milisleri tarafından, sanki El Faşir'in varlığı silinmek istenircesine acımasızca öldürme, yağmalama ve yakma eylemleri uygulanarak soykırım ve etnik temizlik suçları işlenmekte, uluslararası toplum ise şüpheli bir sessizlik içindedir. Bu sessizliğin, büyük siyasi hesaplamalardan ayrı düşünülmesi mümkün değildir; çünkü uluslararası taraflar, çatışma ABD'nin istediği güç dengesine hizmet etmeye devam ettiği sürece olan bitene göz yummaktadır.
Sudan bugün, “kasıtlı kaos” mantığıyla yönetilmektedir; zira her ne zaman bir çözüme yaklaşılmış olsa, onu sıfır noktasına geri döndürecek biri ortaya çıkmaktadır; yine her zaman siyasi bir çözüm için bir umut doğmuş olsa, büyük güçler müdahale edip ateşi yeniden alevlendirmektedir.
Sudan'da yaşananlar sadece bir iç savaş değildir, aksine köklü bir Müslüman ülkesini sistematik olarak parçalama projesidir. Zira bugün El Faşir, tüm ülke adına kan kaybetmektedir.
Hem İngiltere hem de Amerika demokrasiden bahsediyorlar ama her ikisi de sahada en iğrenç siyasi ve insani sömürü biçimlerini uygulamaktadır. Sudan halkı ise, katliam ve yerinden edilme arasında gidip gelen bir trajedi yaşayarak tek kaybeden taraf olmaya devam etmektedir...
Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Munis Hamid – Irak
Haber-Yorum
Amerika, Lübnan'a, İran Partisinin Silahsızlandırılması veya Kaçınılmaz Bir Çatışmanın Ağırlığını Yüklemektedir!
Haber:
Lübnan sahnesi, ABD'nin Lübnan'daki yetkililere, İran'ın Lübnan'daki partisinin silahsızlandırılması için baskı yapmak üzere ABD elçisi Morgan Ortagus'un Beyrut'a gelmesinin ardından, Yahudi varlığıyla doğrudan veya dolaylı müzakereler ya da topyekûn bir savaşa yol açabilecek askeri tırmanış olasılığı içeren bir mesajla, eşi benzeri görülmemiş bir Amerikan diplomatik tırmanışa tanık olmaktadır.
Ortagus, Lübnan Cumhurbaşkanı Joseph Avn, Başbakan Nevvaf Selam ve Parlamento Başkanı Nebih Berri ile bir araya geldi ve onlara Washington'un himayesinde Tel Aviv ile doğrudan müzakerelere girmelerini veya Mekanizma Komitesi aracılığıyla dolaylı olarak müzakere etmelerini önerdi.
Lübnanlı kaynaklar, ABD elçisi Barrack'ın Beyrut'a yapacağı ziyaretin son ziyaret olacağını ve bu ziyaret sırasında yetkililere silahsızlanma planını uygulamak için önlerinde son bir fırsat olduğunu, aksi takdirde Lübnan'ın kendi kaderine terk edileceğini bildireceğini açıkladı. (Sky News Arabia)
Yorum:
Bizler Müslümanlar olarak mefhumlarımızı, Kuran, sünnet, sahabenin icması ve şerî kıyas gibi kaynaklardan oluşan akidemizden almalıyız;zira Allah Subhanehu ve Teala bize, düşmanı korkutmak için gücümüz yettiği kadar kuvvet hazırlamamızı emretmiş ve şöyle buyurmuştur:وَأَعِدُّوا لَهُم مَّا اسْتَطَعْتُم مِّن قُوَّةٍ وَمِن رِّبَاطِ الْخَيْلِ تُرْهِبُونَ بِهِ عَدُوَّ اللَّهِ وَعَدُوَّكُمْ وَآخَرِينَ مِن دُونِهِمْ لَا تَعْلَمُونَهُمُ اللَّهُ يَعْلَمُهُمْ “Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz.” [Enfal 60] Dolayısıyla ordularımızın silahlanma kaynağını kâfir ülkeler yapmamalıyız; çünkü onlar sadece İslam'a aykırı şartlar altında silah satıyorlar, bu da kâfirlere bizim aleyhimize yol veriyor; oysa Allah Subhanehu ve Teala şöyle buyurmuştur: وَلَن يَجْعَلَ اللَّهُ لِلْكَافِرِينَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ سَبِيلاً “Allah, müminlerin aleyhine kâfirlere hiçbir yol vermez.” [Nisa 141] Ayrıca bizler, İslam'ı içeride uyguladıktan sonra, dışarıda İslam'ı davet ve cihad yoluyla taşımakla mükellefiz. Zira Allahu Teala şöyle buyurmuştur: قَاتِلُواْ الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَلاَ بِالْيَوْمِ الآخِرِ وَلاَ يُحَرِّمُونَ مَا حَرَّمَ اللّهُ وَرَسُولُهُ وَلاَ يَدِينُونَ دِينَ الْحَقِّ مِنَ الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ حَتَّى يُعْطُواْ الْجِزْيَةَ عَن يَدٍ وَهُمْ صَاغِرُونَ “Kendilerine Kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Rasulü’nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.” [Tevbe 29]
1924 yılında Hilafetin yıkılmasından sonra ümmetin başına musallat olan yöneticilere gelince; onlar, sadece sömürgeci kafirlerin araçları olup güçlü ordulara sahip olmalarına rağmen ümmetin yeteneklerini düşmanlarına ipotek etmişlerdir; oysa bu orduların akideleri onlara, Allah'ın rızasını kazanmak ve genişliği yer ve gök kadar olan cenneti kazanmak için Allah yolunda cihad etmeyi ve mallarını ve canlarını feda etmeyi farz kılmıştır.Ama bu hain yöneticiler, ordular ile ümmete destek verme arasındaki engel olmuşlardır; bunun en yakın örneği, Yahudi varlığının Gazze'deki halkımıza karşı yürüttüğü ve on binlerce şehit, kayıp ve yaralının verildiği soykırım savaşıdır; ama bu ordular, bu hain yöneticileri razı etmek için sessizliği ve ihaneti seçmiştir. Aynı şekilde Amerika'nın Sudan'da, Sudan ordusu ile Hızlı Destek Kuvvetleri arasında başlattığı ve Müslümanların yakıtı olduğu saçma bir savaşa karışmışlardır.
Şimdi Amerika, Şam’daki firari tiranın yanında yer alıp Şam’ın devrimci halkını öldürerek, Yahudi varlığına karşı Gazze halkını desteklediğini iddia edip birkaç füze fırlatarak amaçlarını tükettikten sonra İran'ın Lübnan'daki partisini silahsızlandırmak istiyor.Peki Lübnan ordusu bir partinin silahlarına bile el koyma imkanına sahip değilse, o halde bir devleti, bir ümmeti veya sözde egemenliğini nasıl koruyabilecek ki?!
Bu nedenle alimlerden, aşiret şeyhlerinden, güç ve kuvvet ehlinden oluşan İslam ümmetinin evlatlarının, Müslümanları tek bir siyasi liderlik ve tek bir büyük ordunun altında birleştirecek, Yahudi varlığını kökünden söküp atacak, yağmalanan serveti sahiplerine geri iade edecek, Müslümanlar arasındaki saçma savaşları sona erdirecek, sömürgeci kafirlerin iç işlerine müdahale etmesine son verecek ve İslam ümmetini korkulan ve diniyle izzetli bir ümmet haline getirecek Nübüvvet Minhacı üzere Hilafet Devleti'ni kurarak İslami hayatı yeniden başlatmak için Hizb-ut Tahrir ile birlikte çalışmaları gerekir. Tıpkı efendimiz Ömer İbn Hattab Radıyallahu Anh’ın şöyle dediği gibi: “Allah bizi İslam'la şereflendirdi. Allah’ın verdiği şereften başka bir şeref ararsak Allah bizi yeniden zelil kılar.”
Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Abdullah Abdulhamid – Irak