Salı, 25 Cumade’s Sânî 1447 | 2025/12/16
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Kapitalist Sistemde Bankalar: Hakikati, İşlem Gerçeği ve Şer’î Hükmü

Resmi kurumların mevcut bozuk mali düzeni aklamak için çırpındığı bir dönemde, Mısır Fetva Kurumu’ndan (Darul İfta) şaşırtıcı bir açıklama geldi: Bankalarla işlem yapmak ve onlardan faiz almak şer’î olarak caizdir. Aynı şekilde bu faiz gelirlerini mubah olan harcama kalemlerinde kullanmak da caizdir” Bu tehlikeli fetva, faizciliğin (Riba) önünü açmakla kalmıyor, İslam’ın faiz konusundaki kesin yasağı ile faize “kâr payı” veya “hizmet bedeli” diyerek makyaj yapan kapitalist sistem arasındaki uçurumu da gözler önüne seriyor.

Kapitalist sistemde bankalar, ekonomik yapının temel bir parçasını oluşturur. Bu kurumlar, sistemin bireysel kârı maksimize etme, sermaye sahiplerini güçlendirme ve toplumları ekonomik bağımlılık ile siyasi hegemonyaya yol açan borçlara boğma felsefesine hizmet etmek için kurulmuştur. Bu nedenle, bankaların şer’î hakikatini anlamak, bu sistemin kendisini, yaptığı sözleşmelerin doğasını ve insanların hayatı üzerindeki etkilerini anlamaktan bağımsız değildir. Buradan açıkça görülmektedir ki kapitalist bankalar, şeri sözleşmelere göre işlem yapan gerçek kurumlar değildir; şeri olmayan bir anlayış üzerine bina edilmiş ve aslı itibarıyla haram olan işlemlerle, özellikle de fazl ve nesîe ribasıyla iş gören araçlardır.

Hukuken bankalar “Tüzel Kişi” sayılır. Yani gerçekte var olmayan, hayali bir varlıktır. İnsan, tanınan gerçek bir tüccar veya mal sahibiyle muhatap olduğu gibi onlarla muhatap olmaz. Tüzel kişilik, sorumluluğu parayı yöneten bireylerden alıp kuruma yükleyen beşerî bir hukuk kavramıdır. Görünüşte teknik gibi duran bu fikir şer’î olarak son derece tehlikelidir. Çünkü İslam’da akitler, ehliyet sahibi olan, zimmetleri (borç sorumluluğu) bulunan ve rıza, kabul ve icapları ile sorumlu tutulabilen gerçek taraflar arasında yapılır. İnsanları bağlayan, üzerine hak ve sorumluluklar yüklenen ve işlemlerinin şer’î olarak geçerli sayıldığı hayalî bir varlığın icat edilmesinin ise şeriatla hiçbir ilgisi yoktur.

İşte bu tüzel kişilik anlayışı, bankaların kendilerine emanet edilen ve belirli bir sahibi olmayan paralarla işlem yapmasına ve insanların hiçbirinin gerçek anlamda garantör sorumluluğu üstlenmediği sözleşmeler akdetmesine olanak tanımıştır. Bu durum, bu sözleşmelerin birçoğunu, hem taraflar arasında gerçek bir akdin bulunmaması hem de şeriatın muamelelerin sıhhati için zorunlu kıldığı şartları ihlal etmesi sebebiyle batıl kılar.

Uygulamada ise kapitalist bankalar, üretken yatırıma veya risk ortaklığına dayanmazlar. Aksine, kuruluşlarından bu yana temel faaliyetleri olan önceden belirlenmiş artışla borç verme esasına dayanırlar. Bankalar, mevduat sahiplerinden sabit bir getiri vaadiyle para alırlar, sonra bu parayı daha yüksek bir getiriyle bireylere, şirketlere veya devletlere borç verirler ve aradaki farkı kendilerine kâr olarak alırlar. Dolayısıyla, bu finansal işlemin hakikati, şartlı bir fazlalık karşılığında verilen bir borçtur ki bu, şeriatın Kur’an, Sünnet ve Sahabe icması ile kesin olarak haram kıldığı faizin ta kendisidir. Önceden belirlenmiş sabit getiri, değişmez, banka kâr veya zarar ediyor bakılmaz. Kar, gerçek bir yatırım faaliyetine veya risk ortaklığına bağlı değildir. Aksine sadece anapara üzerine şart koşulmuş bir fazlalıktır ve bu da şeriatın kesin nasslarla (delillerle) haram kıldığı vade faizinin (riba’n-nesîe) tanımıdır.

Bazıları, banka getirilerinin faiz olmadığı, çünkü bunların “yatırım kârı” olduğu ve bankanın bu paraları projelerde “yatırım” yaparak mevduat sahibine kârından bir pay verdiği fikrini yaymaktadır. Bu görüş, birkaç yönden çürüktür:

1- Getiri önceden belirlenmiştir. Oysa İslam’da kâr, faaliyet gerçekleşmeden önce bilinemez; aksine, kâr gerçekleştikten sonra anlaşılan bir orana göre dağıtılır. Faiz ise yatırımın sonuçlarından bağımsız, sabit bir miktardır.

2- Ortaklık sözleşmesi yoktur. Mevduat sahibi ne bir ortaktır ne bir mudârib (emek-sermaye ortağı) ne de projeden bir hisse sahibidir. İlişkiyi ispatlayan tek delil, para yatırma makbuzudur. Bu, mudârebe (emek-sermaye ortaklığı) sözleşmesi olarak kabul edilemez. Çünkü mudârebe, kâr ve zarar ihtimaline dayanırken, banka hem anaparayı hem de faizi garanti eder.

3- Banka anaparayı garanti eder. Bir ortak veya mudârib tarafından anaparanın garanti edilmesi, sözleşmeyi şer’î olarak fasit kılar. Çünkü garanti, ortaklığı borca dönüştürür ve eğer borçla birlikte bir menfaat şart koşulursa bu faiz olur.

4- Gerçek bir yatırım asla yoktur. Bankaların paralarının çoğu, başka müşterilere borç olarak verilir veya borçlanma araçlarına yatırılır; ortaklık hükümlerine tabi olan üretken yatırımlara değil.

O halde, banka getirilerinin faiz olmadığı iddiası, sadece haram olan bir şeyin adını değiştirme çabasından ibarettir ki bu, onun hakikatinden hiçbir şeyi değiştirmez. Riba, şer’î açıdan haram olmasının yanı sıra, fiiliyatta da yıkıcı sonuçlar doğurur: Serveti küçük bir azınlığın elinde toplar, bireyleri ve devletleri borç batağına sürükler, toplumu bir alacaklı ve bir borçlu sınıfına ayırır ve parayı zenginler arasında dolaşan bir meta haline getirir. Bu gerçekler teori değil, Müslüman ülkelerde yaşanan bir vakıadır. Öyle ki devletler uluslararası bankalara rehin olmuş, insanlar tüketim, konut ve eğitim kredileriyle kuşatılmıştır. Bankalar, ekonomiye hizmet eden kurumlar değil, küresel sermayeye hizmet edecek şekilde serveti emen ve yeniden dağıtan, Müslüman ülkeleri Batılı kurumların yönettiği uluslararası finans sistemine sürekli bağımlı kılan araçlardır.

Ey Kinane halkı! Ümmetin karşılaştığı en büyük tehlike yoksulluk ya da hayat pahalılığı değildir. Asıl tehlike, ribanın helal kisvesiyle sunulmasıdır. İnsanlara Allah’ın açıkça haram kıldığı fetva veya bir açıklama ile caiz olduğu söylenmesidir. Dininizi kimden aldığınıza dikkat edin ve Rabbinizin hükümlerini, hükümdarların rızasını Allah’ın rızasının önüne koyanlardan almayın. Kimden fetva aldığınıza iyi bakın, çünkü fetva makamına oturan herkes buna ehil değildir. Her sarıklı âlim değildir, her fetva veren doğru söylemez!

Ey Ezher alimleri! Ey Allah’ın açıklama emanetini yüklediği kimseler! Allah, hakkı açıklayacağınıza ve onu gizlemeyeceğinize, Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınamasından korkmayacağınıza dair sizden söz almıştır. Faizi meşrulaştırmak için fetvayı kullanan bir sistemin borazanları olmayın ve Allah’ı gazaplandıran fetvalar vermeyin. İslam devletini kurmaya, insanları kapitalizmin tasallutundan kurtarmaya davet edenler olun; ümmetin boyun eğmesi istenen bozuk bir düzeni meşrulaştıranlar değil.

Şüphesiz ümmet sizden, kalpleri diriltecek ve dinine olan güvenini tazeleyecek dosdoğru bir söz bekliyor. Sizden, bildiğiniz hakka, vahyin gösterdiği yola ve yüklendiğiniz emanetin gereğine uygun bir duruş bekliyor. Öyleyse İslam’ı tatbik etmek ve onun devletini kurmak için çalışanların öncüleri olun. Umulur ki Allah sizinle kalpleri fetheder de, vaat edilen Nübüvvet metodu üzere Raşidi Hilafet devleti kurulur.

إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنزَلْنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالْهُدَى مِن بَعْدِ مَا بَيَّنَّاهُ لِلنَّاسِ فِي الْكِتَابِ أُولَـئِكَ يَلعَنُهُمُ اللّهُ وَيَلْعَنُهُمُ اللَّاعِنُونَ“İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayet yolunu -kitapta onu insanlara apaçık göstermemizden sonra- gizleyenler yok mu, işte onlara hem Allah hem de bütün lânet ediciler lânet eder.” [Bakara 159]

Devamını oku...

Mücrim Yahudi Varlığı Ayn el-Hilve Kampı’nda Yeni Bir Katliam Gerçekleştirdi!

Amerika’nın Lübnan ve bölgede yürüttüğü, hakikatte teslimiyet ve boyun eğmek anlamına gelen barış ve normalleşme sürecinin gölgesinde; gaspçı mücrim Yahudi varlığı, Amerikan silahları, Avrupa mühimmatı, Yahudi elleri ve resmi Arap suç ortaklığıyla, 18 Kasım 2025 Salı günü Güney Lübnan’ın Sayda kentinde bulunan Ayn el-Hilve kampındaki bir stadyum ve spor kulübünü bombaladı. Yahudi varlığının suçlu tabiatını ve Müslümanlara olan düşmanlığını teyit eden bu vahşi saldırıda on beş kişi şehit düştü, onlarca sivil çocuk ve genç de yaralandı.

Burada Yahudi varlığıyla barış ve müzakere söylemini ağzından düşürmeyen ve bunu Lübnan ile Yahudi varlığı arasında yaşanan sorunun yegâne çözümü olarak gören Lübnan yönetime söylenecek çok şey vardır. Bu iktidarın, kamplarda ve dışında silahları toplamak için nasıl bir acele ve hevesle hareket ettiği ve “mekanizma” denilen yapı üzerinden Amerika ve Yahudi varlığıyla nasıl iş birliği yaptığı herkesin malumudur! Bunca taviz ve çabaya rağmen Yahudi varlığı, hiçbir anlaşmayı tanımamakta, her türlü koordinasyonu hiçe saymaktadır. 27 Kasım 2024’teki ateşkes sonrası İHA saldırıları ve bombardımanlar sonucu öldürülen ve yaralananların sayısı bini aşmıştır. Katliamlarına devam eden bu mücrim varlık, Ayn el-Hilve kampında, “kendisine saldırmak için eğitim aldıkları” bahanesiyle hayatlarının baharındaki gençlere yönelik yeni bir katliam gerçekleştirmiştir! Ardından da hiç tereddüt etmeden Güney Lübnan’daki bölgeleri tehdit etmekte, oraları da vuracağını söylemektedir!

Yahudi varlığının bu nitelikteki bir saldırısı, Filistin kampları dosyasını kanlı bir şekilde açma planının bir parçasıdır. Lübnan otoritesini ve onların peşinden koşturan partileri, bu yolda yürümenin veya bu tuzaklara düşmenin vahim sonuçları konusunda uyarıyoruz.

Ey Lübnan otoritesi! Barış ve müzakere dediğiniz bu mudur? Barış ve normalleşme aradığınız varlık bu mu?!

Bu katliam karşısında şunları açık ve net bir şekilde vurguluyoruz:

Birincisi: Sivillere insanlara saldırmak, korkutmak ve evleri başlarına yıkmak, terördür, suçtur; bu, yeryüzündeki fesat ve ifsadın en şiddetli biçimlerindendir.

İkincisi: Mazlumları korumak ve saldırıyı defetmek şer’i bir farzdır. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurdu:

وَمَا لَكُمْ لاَ تُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَالْمُسْتَضْعَفِينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَاء وَالْوِلْدَانِ الَّذِينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا أَخْرِجْنَا مِنْ هَـذِهِ الْقَرْيَةِ الظَّالِمِ أَهْلُهَا وَاجْعَل لَّنَا مِن لَّدُنكَ وَلِيّاً وَاجْعَل لَّنَا مِن لَّدُنكَ نَصِيراً“Size ne oluyor da, Allah yolunda ve “Ey Rabbimiz! Bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar, katından bize bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver” diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?” [Nisa 75] Bu, devletin, orduların ve mücrim varlığı çevreleyen ülke ordularının sorumluluğudur!

Üçüncüsü: İşgalciyi caydırmak; bugün Lübnan da dahil olmak üzere işlevsel devletlerin yaptığı gibi kınamakla olmaz. Ne hastalığın ve belanın başı olan büyük devletlere yalvarmakla, ne de kurulduğu günden beri İslam’a ve Müslümanlara düşman olan Birleşmiş Milletler’den yardım istemekle de olmaz.

Dördüncüsü: Eğer İslam ülkeleri Allah Subhânehu ve Teâlâ’nın emrettiği gibi tek bir devlet olsaydı, İslam ümmeti, topraklarımızdan herhangi bir karışına yahut devletin tebaasından herhangi bir ferdine yönelik her türlü cüretkâr saldırıya karşı derhal harekete geçerdi. Saldırganların akıbeti ise, saldırıya uğrayan bir kadının yardım çığlığı üzerine Amuriye’yi fetheden Müslümanların Halifesi Mu’tasım’ın yaptığı gibi olurdu.

Beşincisi: İslam beldelerinde onları bir arada tutan Osmanlı Hilafeti’nin enkazı üzerinde çok sayıda devletin türemesi; bu devletlerin cahiliye vatanperverliğini kökleştirmesi, beşeri anayasaları kutsaması, hayali sınırlar uydurması ve Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in sancağı yerine cahiliye bayrakları edinmesi; düşmanların, başkalarının iç işlerine karışmama bahanesiyle diğer devletlerin yardıma gelmemesi nedeniyle her ülkeyi tek tek avlamasına yol açmış ve bugün yaşadığımız zillet ve gevşekliğe sebep olmuştur.

Müslümanların artık birleşmelerinin ve Hilafeti yeniden kurmalarının zamanı gelmiştir. Tek kurtuluşları Hilafettir. Hilafet ülke ve kullarına koruyacak, düşmanları yok edecek, İslam’ı dünyaya taşıyacak ve insanları sömürgeciliğin ve kapitalizmin karanlıklarından İslam’ın aydınlığına, kulların zulmünden Alemlerin Rabbinin adaletine çıkaracaktır.

Devamını oku...

Hasina Hakkında Verilen İdam Kararı: Hasina’yı Yaratan Laik Zorbalık Hüküm Sürmeye Devam Etmekte

Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), devrik Bangladeş diktatörü Şeyh Hasina hakkında tarihi bir idam kararı verdi. Bu karar, Bangladeş’in mazlum halkı için geç kalmış bir iade-i itibar ve insanlığı ayaklar altına alan bir rejime karşı güçlü bir tokat niteliğindedir. Ancak bu karar, sadece kutlamayı değil, vakur bir tefekkürü de beraberinde getirmektedir. Zira gerçek adalet, sadece bir tiranın cezalandırılmasını değil, sistemsel bir değişimi zorunlu kılar. Bu zulmün temel nedeni, demokrasi söylemiyle ortaya çıkıp fiiliyatta jeopolitik pragmatizm uygulayan ABD öncülüğündeki uluslararası düzendir. Batılı güçler, kalkınma ve istikrar adı altında Bangladeş, Pakistan ve Mısır gibi ülkelerde despot yönetimleri desteklemekte, insan haklarını ise ikinci plana itmektedirler.

Onlar için Batı yanlısı bir diktatör, öngörülemez bir demokrasiden her daim daha makbuldür. Bu durum, laik demokratik modelin özündeki ikiyüzlülüğü açıkça ortaya koymaktadır: “Sözde demokrasi, fiiliyatta diktatörlük.” Onların otokratlarla olan ittifakı bir sistem hatası değil, sistemin ta kendisidir.

Şeyh Hasina hakkında verilen hüküm, her ne kadar önemli olsa da, tek başına gerçek özgürlüğü temin etmeye yetmez. Bu nedenle mücadelem, bireysel tiranları devirmekten, onları üreten ikiyüzlü jeopolitik mimariyi yıkmaya evirilmek zorunda. Diktatörlerin yaratılıp sonra da ortadan kaldırıldığı bu döngü, 1924 yılında Osmanlı Hilafetinin ilgasıyla oluşan otorite boşluğunun doğrudan sonucudur. Bu siyasi boşluk, adalet yerine hegemonyayı esas alan, Batı tasarımı bir düzenle doldurulmuştur.

Saldırgan Batı, Hilafetin yıkılmasından sonra onu itibarsızlaştırmak için sahte bir anlatı inşa etmiş, Hilafeti 1400 yıllık yekpare bir zulüm düzeniymiş gibi göstermeye çalışmıştır. Bu oryantalist anlatı, Haccac bin Yusuf veya birkaç Memluk sultanı gibi belirli figürleri cımbızla seçerken, otokrasiyi sınırlayan güçlü hukuki ve ahlaki çerçeveleri görmezden gelmiştir. Osmanlı Hilafeti, devlet gücünü doğrudan kamu refahına bağlayan “Daire-i Adliye” (Adalet Dairesi) ilkesiyle hareket etmiştir. Sultan Süleyman, keyfi yönetimiyle değil, sistematik kanunlaştırmalarıyla “Kanuni” unvanını almıştır. Dahası, Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethinden sonra 15. yüzyılın ortalarında uyguladığı Osmanlı “Millet Sistemi”, dini azınlıklara önemli ölçüde özerklik tanırken, bağımsız alimler ve Şeriat hukuku, Halife’nin otoritesi üzerinde daimî bir denetim mekanizması olarak işlev görmüştür. Mezalim Mahkemeleri (Mahkematü’l-Mezalim) ise halkın, devletin en üst görevlilerine karşı dahi hukuki yollara başvurabilmesini mümkün kılmıştır. Her ne kadar idealimiz Raşidi Hilafet olsa da, sonraki hilafet dönemleri de Batının iddia ettiği gibi basit diktatörlükler değil, farklı dinler ve ırklar arasında adaleti sağlayan içsel mekanizmalara sahip karmaşık ve gelişmiş sistemlerdi.

Ey insanlar! Bu anı, tek bir tiranın düşüşüyle sınırlı tutmamalı ve onları besleyen sistemden kurtuluşa kanalize etmelisiniz. Zira gerçek ve kalıcı değişim, yüzleri değiştirmekte değil, Hilafet yönetimi altındaki ilahi nizamı tatbik etmekte yatmaktadır. Her Şeyi Bilen Aziz Allah Subhânehu ve Teâlâ tarafından indirdiği bu nizam, eşsiz bir donanıma sahiptir. Otokrasiyi kökünden söküp atacak, iktidar üzerinde değiştirilemez sınırlamalar yerleştirecek ve herkes için adaleti önceleyecektir. Şimdiki mücadele, bu aşkın değişim içindir; insanın kusurlu ve zalim modellerini, Allah’ın adil ve kutsal nizamı ile değiştirmek içindir. Allah Azze ve Celle Kur’an’da şöyle buyurmaktadır:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَجِيبُوا لِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ“Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’ın ve Rasûlü’nün çağrısına uyun ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Yine bilin ki, O’nun huzurunda toplanacaksınız.” [Enfal 24]

Devamını oku...

Temmuz Reform Bildirgesi: Büyük Bir Aldatmacadır, Hizb-ut Tahrir Bu Bildirgeyi Şiddetle Reddediyor ve İflas Etmiş Demokrasiye Karşı Köklü Bir Siyasi Alternatif Çağrısında Bulunuyor

Hizb-ut Tahrir / Bangladeş Vilayeti, Başdanışman Profesör Yunus’un Temmuz Ulusal Bildirgesi’nin uygulanması ve anayasal reform önerileri üzerine yaptığı son konuşmaya cevaben; reform önerilerinin ve uygulama sürecinin, Bangladeş’teki siyasi krizin temel nedenlerini çözmekten aciz, yüzeysel tedbirlerden öteye gitmediğine dair keskin bir uyarıda bulunuyor. Bu girişim, iflas etmiş demokratik sistemin özünü muhafaza etmek için sözde bir değişim illüzyonu sunmaktadır. Görev sürelerinin sınırlandırılmasını, kurumların güçlendirilmesini ve denge-denetleme mekanizmalarını vaat eden Bildirge, on yıllardır süren otoriter yönetime bir çözüm olarak lanse edilmektedir. Oysa bu çerçeve, aynı iflas etmiş demokratik sisteme yeni bir kılıf giydirmekten başka bir şey değildir. Hizb, Batı destekli elitlerin –gerek BAKSAL, gerek askeri yönetimler, gerekse sözde demokratik rejimler altında– iktidarı ellerinde tutmalarına mütemadiyen izin veren bir yapıyı tamir etmeye çalışmanın, Titanik’teki şezlongların yerini değiştirmekten farksız olduğunu ortaya koymaktadır.

Temmuz Bildirgesi, karmaşık denge-denetleme planlarıyla, cumhurbaşkanı ile başbakan arasındaki güç dengesi hesaplarıyla bizatihi demokratik sistemin bünyesindeki içsel bozuklukları gözler önüne sermektedir. Örneğin yetkilerini seçilmiş siyasetçilerin çıkardığı yasalardan alan atanmış yargıçların, bu siyasetçileri hesaba çekmeleri ve onlardan hesap sormaları düşünülebilir mi? Bu tam bir kısır döngü ve komedidir. Yine hem cumhurbaşkanının hem de parlamentonun seçimle gelmesi, çıkar çatışmasını kaçınılmaz kılacak ve örnek almamız gerektiği söylenen ABD modelinde olduğu gibi siyasi tıkanıklık ve kilitlenmelere yol açacaktır.

Bu nedenle Hizb-ut Tahrir / Bangladeş Vilayeti, Bangladeş’in samimi siyasi kesimlerini bu fikri kölelikten kurtulmaya ve cesaretle gerçek bir alternatifi araştırmaya davet ediyor. Bizi sürekli hayal kırıklığına ve hüsrana uğratan bir sistemin meşruiyetini sorgulama cesaretini göstermeliler. Gerçek değişim, aynı bozuk çerçeve içinde yeni bir bildirgeyle değil; halka gerçekten hizmet eden, yozlaşmış demokratik ideallerin aldatıcı prangalarından azade olmuş yeni köklü bir siyasi sistem tasavvur etmekle mümkündür. Hasina’nın devrilmesinin ardından halk gerçek bir değişim talebinde bulunmuştur ancak daha önce de defalarca hüsrana uğradıkları aynı demokratik sistem onlara yine çözüm olarak sunulmuştur. Bu nedenle siyasetçiler ve aydınlar kendilerine şunu sormalıdırlar: Onca fedakârlıktan sonra neden hala bize ihanet eden bir sistemin içinde çözüm arıyoruz? Hasina’nın tiranlığını ayakta tutan Batılı güçlere meydan okumaktan neden çekiniyoruz? O zaman bize yardım etmediler; şimdi neden onların planlarını takip edelim? Tartışmayı bu bozuk modelle sınırlamak, gerçek değişim için mücadele edenlerin kanına ve terine ihanet etmek demektir.

Artık Nübüvvet Minhacı üzere Raşidi Hilafet sistemini tartışmanın zamanı gelmiştir. Bu romantik bir ideal değil, pratik ve hazır bir çözümdür. Hizb-ut Tahrir, Şer’î hükümlere dayalı, Hilafet sistemi için tam ve tafsilatlı bir anayasa hazırlamıştır. Hilafet; iktisat, yargı, içtimai hayat, ulusal güvenlik ve dış ilişkiler dahil olmak üzere yönetimin tüm alanları için kapsamlı politikalar sunmaktadır. Haydi gelin; Allah Subhânehu ve Teâlâ’nın vaadini ve Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in müjdesini yerine getirerek Nübüvvet Minhacı üzere Raşidi Hilafet gölgesinde hakiki değişimi gerçekleştirmek için bir araya gelelim ve bize sadece zulüm ve sefalet getiren saldırgan Batılı dünya düzenine meydan okuyalım.

Devamını oku...

Fransa’da Gençler, Şeriat ile Cumhuriyet Kanunları Arasında!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Fransa’da Gençler, Şeriat ile Cumhuriyet Kanunları Arasında!

Haber:

Le Figaro gazetesi, IFOP Enstitüsü tarafından yapılan bir araştırmanın, 15 ila 24 yaş arasındaki Müslümanların, daha önceki nesillerden farklı olarak dinin en uç şekillerine ilgi gösterdiğini ve cumhuriyetin kanunlarına nazaran şeriatı tercih ettiklerini ortaya çıkardığını söylemiştir.Gazete, Jean-Marie Guénois'in özel raporunda, 1989'dan günümüze kadar olan dönemi kapsayan araştırmanın, Fransa'daki genç Müslüman nesil içinde derin bir değişime işaret ettiğini açıklamıştır;bu da katı dini uygulamalarda ve İslamcı akımlara duyulan sempatide, otuz yıl öncesine kıyasla çok daha belirgin bir artış olduğunu ortaya koymaktadır. (El Cezire Ağı)

Yorum:

Fransa'daki Müslüman gençler artık insan yapımı kanunlar yerine İslam şeriatını tercih ettiklerini açıkça beyan etmektedirler.Medya ve siyasi çevrelerde geniş çaplı tartışmalara yol açan bu veri, salt hukuki bir tercihten daha derin bir gerçeği ortaya koymaktadır; zira bu, uzun süredir devam eden bir kimlik çatışmasının ve Müslüman gençlerin, Fransız laik sisteminde bulamadıkları İslam'ın adaletini aradıkları toplumsal bir sahnenin yansımasıdır.

Şeriat, sadece kanunlar sistemi değildir, aksine insanın yaratıcısıyla bağlantı kurduğu ve toplumda adil davranışların tesis edildiği kapsamlı değerler çerçevesidir.Öte yandan Fransa'daki birçok Müslüman genç, laik kanunların kimliklerini marjinalleştirdiğini ve doğdukları ülkelerinde kendilerinin yabancı bir cisim gibi muamele gördüklerini hissederken, ebeveynlerinin ve büyükanne ve büyükbabalarının göç ettiği ülkelerinde sıcaklık ve şefkat hissetmektedirler.

Eşitlik ve özgürlük çağrısında bulunan laik sistem, son yıllarda Fransa'da, dini tezahürlere, özellikle de Müslümanlarla ilgili olanlara karşı daha kısıtlayıcı politikalar benimsemiştir ki bunlar şunlardır:

* Okullarda ve resmi kurumlarda başörtüsünü yasaklayan kanunlar.

* Camileri ve İslami dernekleri izleme.

*Resmi açıklamada, sosyal karışıklıkların sorumlusu olarak Müslümanların gösterilmesi.

Bu ortam, gençler arasında devletin onlara dinlerini ifade etmek için yeterli alan tanımadığına dair genel bir his yaratmış olup bu da gençlerin İslami kimliklerine daha fazla sarılmalarına ve adalet ve güven kaynağı olarak şeriata olan bağlılık gücünü artırmalarına neden olmuştur.

Günümüz Avrupa toplumları, belirsizlik, artan bireycilik, uyuşturucu ve depresyonun yayılması ve ahlaki değerlerin yitirilmesi gibi gerçek değerler kriziyle karşı karşıyadır.

Bu değer boşluğunda, Müslümanlar gençler, İslam şeriatında kaybetmiş oldukları şeyleri buluyorlar ki onlar şunlardır:

* Ahlaki netlik.

* Allah'ın huzurunda sorumlulukla bağlantılı bir adalet vizyonu.

* Aileyi koruyan ve insanları ahlaki ve insani çöküşten koruyan standartlar.

Bu anlamlar onlara, Laik Fransa'nın sağlayamadığı güçlü bir kimlik kazandırmaktadır.

Gençlerin şeriatı tercih etmeleri, izolasyonun bir göstergesi değil, aksine asli kimliklerine, yani İslam'a geri dönme arzularının bir göstergesidir; dolayısıyla Fransa'daki Müslüman gençlerin İslam şeriatını tercih etmeleri, sadece siyasi bir meydan okuma değil, aynı zamanda daha yüksek adalet ve daha derin değerler arayışlarını ifade eden bir mesajdır.Zira onlar, dinlerinden ve medeniyetlerinden vazgeçmeleri talep edilmeden tam haklara sahip tebaalar olarak yaşamak istiyorlar; bu ise ancak tebaasına cinsiyet veya renk ayrımı gözetmeksizin eşit muamelede bulunacak ve onlara ülkelerinde izzet ve güvenlik hissi verecek olan Nübüvvet Minhacı üzere Raşidi Hilafet Devleti'nin kurulmasıyla gerçekleşebilir.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Abdulazim Haşlemon

Devamını oku...

Şok Edici Gerçekler, Ümmetin Ordularının Derhal Harekete Geçmesi İçin Bir Çağrı Başlatmalıdır!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Şok Edici Gerçekler, Ümmetin Ordularının Derhal Harekete Geçmesi İçin Bir Çağrı Başlatmalıdır!

Haber:

Filistin İnsan Hakları Merkezi, modern çağda insanlara ve onların onuruna karşı işlenebilecek en iğrenç suçlardan birini belgelemiştir. Son haftalarda Merkezin personeli, Yahudi varlığının hapishanelerinden ve gözaltı kamplarından yakın zamanda serbest bırakılan Gazze Şeridi'nden bir dizi Filistinli tutuklulardan yeni ifadeler toplamış ve tecavüz, soyunma, zorla filme alınma, işkence aletleri ve köpekler kullanılarak cinsel saldırı da dahil olmak üzere sistematik ve organize bir cinsel işkence uygulamasının yanı sıra insan onurunu ezmek ve bireysel kimliği tamamen silmek amacıyla kasıtlı olarak yapılan psikolojik aşağılama uygulamalarını ortaya çıkarmıştır.(Sama News)

Yorum:

Merkez, bu iğrenç ve acımasız uygulamalara maruz kalan bazı kişilerin tüyler ürpertici hikayelerini anlatmaya devam etmiş ve bu hikayelerin onda biri bile, ümmetin ordularının ve muhlis subaylarının kanını kaynatmak ve kardeşlerini ve bacılarını desteklemek amacıyla harekete geçmesi için yeterlidir.

Gazze'ye yönelik savaşın durmasından veya bazı biçimlerinin sona ermesinden bu yana işgalin, Gazze'ye ve erkekler, çocuklar ve kadınlardan oluşan halkına karşı işlediği suçların boyutu ortaya çıkmıştır; bu da Yahudilerin sadece güvenliği sağlamak ve sınırlarını korumak için savaşmadıklarını, aksine İslam ve Müslümanlara karşı nefret ve öfkeyle dolu bir savaş yürüttüklerini ve bu savaşın kurbanlarının da Gazze halkı ve tüm Filistin olduğunu teyit etmektedir. Peki Yahudi lideri Netanyahu ve onun suç ortağı Trump'ın bahsettiği güvenlik ve emniyeti sağlayan şey, esirlerin, kadınların ve mazlumların tecavüze uğraması, aşağılanması ve işkence görmesi midir?

Tüm medeni ve ahlaki değerlerini yitirmiş varlıklardan kaynaklanabilecek bu tür bir vahşet ve sadizm, Netanyahu ve Trump'ın bahsettiği barış ve güvenliğin hakim olduğu bir Ortadoğu'nun oluşturulmasına nasıl katkıda bulunabilir ki?!

Özellikle son iki yılda Filistin halkına karşı işgalin tüm uygulamalarıyla tutarlı olan bu suçlar ve zulümler, Amerika ve Filistin'deki Yahudi varlığının sorununun siyasi veya güvenlikle ilgili değil, aksine akidevi olduğunu ve kalplerinde olanı dışa vurmak için 7 Ekim 2023 olaylarını bir fırsat olarak gördüklerini teyit etmektedir; tıpkı Amerika'nın daha önce 11 Eylül 2001 olaylarını, dünya çapında İslam'a ve Müslümanlara karşı savaş açmak için kullanması gibi.

Hakeza trajediler devam etmekte ve kayaları ağlatan, taşları konuşturan hikayeler ve sahneler görülmekte ve bu da ümmetin ordusunda muktedir olan herkesi, bunlara son vermek için hemen harekete geçmeye çağırmaktadır ki böylece ordular, Filistin'i ve gasp edilmiş tüm Müslüman ülkeleri kurtarmak ve iki milyarlık bir ümmetin izzetini, onurunu ve iktidarını yeniden kazandıracak Nübüvvet Minhacı üzere Raşidi Hilafeti kurmak için harekete geçebilsin. Allahu Teala şöyle buyurmuştur: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ مَا لَكُمْ إِذَا قِيلَ لَكُمُ انفِرُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ اثَّاقَلْتُمْ إِلَى الأَرْضِ أَرَضِيتُم بِالْحَيَاةِ الدُّنْيَا مِنَ الآخِرَةِ فَمَا مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا فِي الآخِرَةِ إِلاَّ قَلِيلٌEy iman edenler! Size ne oldu ki, "Allah yolunda savaşa çıkın!" denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını ahirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahiretin yanında pek azdır.” [Tevbe 38]

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Müh. Selahaddin Adada

Devamını oku...

Daveti Taşımak ve Peygamberlerin Risaleti

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Daveti Taşımak ve Peygamberlerin Risaleti

İslami hayatı yeniden başlatmaya yönelik daveti gerçek anlamda taşımak önemsiz bir mesele veya bir lüks değildir; aksine büyük bir emanet ve daveti taşımayı kabul eden kimsenin üzerine vacip olan bir husustur. Davet taşıyıcısının, adil ve bilinçli olması, Allah'a tevekkül etmesi, hak sözü yüceltme yolunda sebat etmesi ve makam ve mevki gözetmeden, aksine Rabbinin rızası gözeterek ve karşılığını sadece O'ndan bekleyerek hayatın her alanında İslam'ın metodunu açıklaması gerekir. Davet taşıyıcısı, ecrini Allah'tan alır, basiret üzere Rabbine davet eder ve Rabbi de onu gözetir ve korur.

Davet taşıyıcısının karşılaştığı imtihan yeni bir şey değildir; zira nebiler ve peygamberler, alay, işkence ve hapis cezasına maruz kaldılar ama asla zayıflık gösterip pes etmediler, aksine sabır gösterdiler ve Allah'a tevekkül ettiler. Sonra her kim, rıza gösterip sabrederek ve karşılığını sadece Allah’tan bekleyerek bu risaleti taşırsa, şartlar ne kadar çeşitli olursa olsun Allah onu gözetip koruyacaktır.

Tevhid ve yönetim birliğinin şemsiyesi Hilafet

Nübüvvet Minhacı üzere Hilafet, Müslümanları siyasi olarak birleştiren ve şeriatı tatbik etmek için şerî çerçeveyi oluşturan bir devlettir; bu devlette insanlar, Allah'ın indirdikleriyle yöneten tek bir İmamın yönetimi altında bir araya gelecek ve ümmetin hakları, onuru ve siyasi, ekonomik ve içtimai olarak özgürlüğü geri kazanılacaktır.Ümmetin düşmanları bu gerçeğin tehlikesini fark ettiler; bu yüzden onu parçalamak ve asabiyetçiliği, mezhepçiliği ve yapay sınırları yaymak için çalıştılar ve bunu da kontrol ve hegemonya gibi gerçek amaçlarını gizleyen uluslararası kurumlar, yasalar ve kurumsal yapılar aracılığıyla yaptılar.

Hilafetin kurulmasına davet etmenin haklılığı

Hilafetin yıkılmasının ve “ulusal sınırlar” ve “ulusal sistemler” bahanesiyle İslam beldesinin işgal edilmesinin ardından Hilafetin yeniden kurulması, imanı üzere sebat eden ve ümmetin parçalanması ve otoritesinin çökme tehlikesini görenler için şerî bir vacip haline gelmiştir. Müslümanların otoritesini yeniden tesis etmeye davet etmek şerî bir hüküm olup ümmeti kurtarmak ve onun konumunu yeniden tesis etmek için Kitap ve sünnette geçen hükümlerin tatbik edilmesine davet etmektir. Nitekim Allah, amel işleyen müminleri yeryüzünde egemen kılacağına dair vaatte bulunmuştur; bu ise nebevi sünnette geçtiği gibi iman edip salih amel işleyenlere Nübüvvet Minhacı üzere Hilafetin kurulacağına dair bir vaattir.

Davet taşıyıcısının özellikleri ve çalışmanın keyfiyeti

Davet taşıyıcısı samimi olup ne ticaret ne de alışveriş onu Allah'ı anmaktan alıkoymaz. O kararlı bir mümindir ve insanlar arasında hakkı açıklamak, bilinçlendirmek, eğitmek ve tanzim etmek için çalışır ve kişisel makamı ve geçici dünya zevki için çalışmaz. Yol engebeli ve zorluklarla doludur ancak Allah'a tevekkül edip O'nun rızasını tercih edenler için kolaydır. Davet taşıyıcısının, siyasi olarak bilinçli olması ve düşünce metodolojine sahip olması gerekir ve dünyaya İslam akidesi perspektifinden bakar ve İslami metoda dayalı siyasi bir proje inşa etmek için kendini fikri ve pratik olarak hazırlar.

Allah insanlara, hakkı bilip ona tabi olmaları ve batılı bilip ondan kaçınmaları için elçiler göndermiştir; ayrıca hakkı batıldan ayırabilsinler diye insanlara rahmet olarak kavmine peygamberler ve elçiler göndermiştir. Yine Allah, alemlerin Rabbinin azim Kitabı’nda açıkladığı gibi insanlara arka arkaya peygamberler göndermiştir: ثُمَّ أَرْسَلْنَا رُسُلَنَا تَتْراًSonra Biz peygamberlerimizi birbiri ardınca gönderdik.” [Müminun 44]

Hakikatte insanlara daveti taşımak, peygamberlerin amelidir; zira peygamberler, insanları yaratıp dünya ve ahirette onlara faydalı olan şeyi en iyi bilen yaratıcıları Allah’ın indirdikleriyle onları siyaset edip yönetiyorlardı. Nitekim peygamberler, eziyete, alaya, küçümsemeye, işkenceye, hapse, hakarete ve her türlü imtihanlara maruz kaldılar ancak Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zayıflık göstermediler ve boyun eğmediler. Günümüzde gördüğümüz gibi peygamberlerin düşmanları, paraya, güce, otoriteye, her türlü medya ve ekonomik olarak tüm araçlara sahip oldukları gibi nüfuz sahibi, yağcı, aldatıcı ve ikiyüzlüdürler.

Resullerin ve peygamberlerin silahı sabır, güzel bir şekilde Allah'a tevekkül etmek ve her şeye rağmen O'nun dinini tamamlayıp onu insanlara tebliğ edeceğine olan imanıydı. Böylece risaletlerini tebliğ ettiler ve kavimlerini uyardılar.

Nitekim Allah Subhanehu Kitabı’nda, her zaman ve mekandaki tüm meselelere ve sorunlara yönelik çözümleri açıklamıştır: وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَاناً لِكُلِّ شَيْءٍAyrıca bu Kitab’ı da sana, her şey için bir açıklama olarak indirdik.” [Nahl 89] . مَا فَرَّطْنَا فِي الْكِتَابِ مِنْ شَيْءٍBiz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.” [En’am 38]

Düşmanlarımız, ümmeti birleştiren, onu bir araya getiren ve onun gücünü birleştiren bir güç olarak Hilafetin tehlikesini fark ettiler; bu yüzden Müslümanları bölmek amacıyla Hilafeti yıkmak için çalıştılar; çünkü Hilafet, Müslümanları birleştiren ve bir araya getiren bir şemsiyedir; bu yüzden düşmanlarımız, uluslararası konferanslar düzenlediler ve uluslararası hukuk, uluslararası güvenlik, sağlık, bilim, kültür ve ülkelere yardımlar adına uluslararası kurumlar ve kuruluşlar kurdular. Ancak tüm bunların hedefi, tüm ülkeleri, özellikle de İslam beldelerini kontrol etmek ve üzerinde nüfuz sahibi olmaktı.

Dolayısıyla Müslümanların otoritesini (sultanını) yeniden tesis etmek için daveti taşımak, Hilafetin yıkılmasının ve emirlerin, ilk cahiliye fiillerinden kaynaklanan iğrenç asabiyetçilik, milliyetçilik ve vatancılık yüzünden parçalanmış bölgelerin yönetimini üstlenip Müslümanların düşmanları tarafından ve onların denetimi ve liderlikleri altında küfürle yönetilmesinin ardından şerî bir vacip olmuştur.

Allah bize, gücümüz ve takatimiz dışında hiçbir şey yüklemez

Bu günlerde ümmet, dağların bile taşımaktan çekindiği ve akıllı ve sağduyulu birinin şaşkınlıkla baktığı büyük hayal kırıklığı, ajanlık ve ihanetle dolu zor ve sıkıntılı olayların içinden geçmektedir. Alemlerin Rabbinin haklarında şöyle buyurduğu adamlar gibi bütün bu zorluklara ve dehşetlere göğüs geren ve Allah yolunda kendi nefislerini satan adamlar var mıdır: رِجَالٌ لَا تُلْهِيهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَنْ ذِكْرِ اللهِOnlar, ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allah'ı anmaktan alıkoyamadığı adamlardır.” [Nur 37] Yine alemlerin Rabbinin haklarında şöyle buyurduğu güçlü iman sahibi adamlar var mıdır: رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللهَ عَلَيْهِOnlar, Allah'a verdikleri sözde duran adamlardır.” [Ahzab 23]

Bizler, makam, diploma veya geçici dünya için çalışmayan, mümin gençler ve iman eden erkekler ve kadınlar istiyoruz… Zira onlar, Allah için hiçbir kınayıcının kınamasından korkmayan ve sadece Allah'tan korkan adamlar olup doğru sözle değişen, batılın tepesine bindirip batılın işini bitiren, kalplerinde Rablerini ve peygamberlerini yücelten ve din konusunda aşağılanmaya razı olmayan Müslüman müminlerdir. Peki ya bu Rabbani metot Allah'ın arzında uygulanmaz, aksine Allah katında en önemsiz ve değersiz yaratıklar tarafından O'nun Kitabı ve Rasulü ile alay edilirse ne olacak?

Ey muhlis güç ehli, ey Allah'ın kulları, ey Müslüman orduları içindeki rütbe sahipleri ve ey ümmetin topraklarını ve halkını koruma gücü olanlar:

Şüphesiz sizlerin, hakların iade edilmesi, mezalimin reddedilmesi ve şeriat ile yönetip adaletle somutlaşan devletin kurulması gibi büyük bir göreviniz vardır.Ümmet sizin içinizden, Allah'ın dinine yardım etme ve kullarının üzerinden belayı kaldırmak için vicdan sahibi ve cesur kişilerin ortaya çıkmasını beklemektedir; bakın işte Müslümanların topraklarının her bir yerinde Allah'ın düşmanlarının işlediği birçok felaketi bizim gördüğümüz gibi sizler de görmektesiniz. Bu yüzden sizleri, namaz kılmaya, Allah'ı tesbih etmeye, istiğfar etmeye ve Rabbinize dua etmeye çağırıyoruz.Bunu sizden başka kim yapacak?Bunun önemli ve zor olduğunu sizler gibi biz de biliyoruz; ancak Allah'a tevekkül edip O'nun yardımını arayanlar için kolay bir görevdir.Ayrıca bizler, toprağı, toprağın altını, havayı, denizleri ve nehirleri kontrol etmek için gerekli tüm unsurlara sahibiz; çünkü bizler, Allah'ın lütfu sayesinde galibiyetin ve iktidarın tüm unsurlarına ve nedenlerine sahibiz ve bizler, bu topraklar üzerinde tek bir lideri ve tek bir ordusu olan tek bir ümmettik.

Ümmet, ihanet, ajanlık ve hakların zayi edilmesi gibi zor bir dönemden geçiyor; ancak hakkı tercih eden ve Allah'ın rızasını kabul edenler için bu yol zor değildir; zira onlar, daha öncekilerin taşıdığı gibi risaleti taşıdılar ve insanları, kulların kula ibadetinin karanlıklarından, kulların Rabbine ibadet etmenin nuruna çıkardılar. İşte büyük kurtuluş budur.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَجِيبُوا للهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْEy iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’ın ve Rasulü’nün çağrısına icabet edin.” [Enfal 24]

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Mahmud Said – Mısır

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER