Çarşamba, 26 Cumade’s Sânî 1447 | 2025/12/17
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Artık Doğru Çizgiye Bağlı Kalıp Eğri Çizgiden Uzak Durmamızın Zamanı Gelmedi Mi?!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Artık Doğru Çizgiye Bağlı Kalıp Eğri Çizgiden Uzak Durmamızın Zamanı Gelmedi Mi?!

Haber:

2003 yılından sonra altıncı parlamento seçimleri, 11 Kasım 2025'te yapılacak.

Yorum:

Genellikle seçimlere eşlik eden tüm medya abartılarıyla, uygulama konumundakilerin siyasi çalışmalarıyla ve Irak da dahil Müslüman ülkelerdeki bu tür seçimlerin gerçekliğini örtbas etmeye yönelik açıklamalar ve muhalefetle birlikte ve Allahu Teala’nın şeriatıyla hükmetmeyen ve işlerinde ona göre hüküm vermeyen anayasa ve sistemlerin gölgesinde, hakkı batıldan, helali haramdan ve iyi olanı çirkinden ayırt etmek için eğri çizgilerin yanına doğru çizgiyi koymak gerekir. Nitekim Allahu Teala şöyle buyurmuştur: وَأَنَّ هَـذَا صِرَاطِي مُسْتَقِيمًا فَاتَّبِعُوهُ وَلاَ تَتَّبِعُواْ السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَن سَبِيلِهِ ذَلِكُمْ وَصَّاكُم بِهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَŞüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti.” [En’am 153]

Şerî hükmü bilmek, menatının gerçekleşmesini gerektirir; burada ise menatı, Temsilciler Meclisi üyelerinin seçimi, Meclis çalışmalarının ve yetkilerinin doğası olup şerî hükmün bunların üzerine indirilmesidir.

Demokratik bir sistemde Temsilciler Meclisi, yasalar çıkarma, hükümete güven oyu verme ve onu muhasebe etme, genel bütçeyi onaylama, insan yapımı anayasayı korumaya yemin etme, ittifakları ve antlaşmaları onaylama ve devlet başkanını seçme gibi bir dizi öne çıkan çalışmaları ve görevleri yerine getirmektedir.

Şerî olarak seçimlerin gerçekliğine gelince; kendisi için seçimlerin yapıldığı bir işte vekalet ve temsiliyettir; buna göre seçimler hakkındaki şerî hüküm, vekalet hükmünü almaktadır; dolayısıyla eğer helal olan bir işte vekil olmuşsan, o zaman vekalet de helal olur, yok eğer haram olan bir işte vekil olmuşsan, o zaman vekalet de haram olur.

Yasamaya gelince; bir Müslümanın, şeriattan olmayan bir şeyi uygulaması veya bu yasama İslam'ın hükmüne uygun olsa bile olumlu ya da olumsuz bu anayasa için oy kullanması caiz olmayan bir ameldir; bir yasamanın onaylanması ve referans olabilmesi için, halkın onayı olsun ya da olmasın şeriattan bir delilin olması gerekir. Zira yasama hakkı sadece Allahu Teala’ya aittir ve hiç kimsenin yasama konusunda Allahu Teala’ya ortak olma hakkı yoktur. Zira Allahu Teala şöyle buyurmuştur: إِنِ الْحُكْمُ إِلَّا للهِ Hüküm sadece Allah’a aittir.” [Yusuf 40] 

Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyen laik bir hükümete güvenmeye gelince; bu bir Müslüman için caiz olmadığı gibi küfür kanunlarına dayalı ittifak ve antlaşmaları onaylaması da caiz değildir; kafirler için ülke ve insanlar aleyhine bir yol kılan anlaşmalardan bahsetmiyorum bile. Zira Allahu Teala şöyle buyurmuştur: وَلَنْ يَجْعَلَ اللَّهُ لِلْكَافِرِينَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ سَبِيلًا Muhakkak ki Allah kafirler için müminler aleyhine asla bir yol (sulta) kılmayacaktır!” [Nisa 141]

Anayasayı korumak ve vatana sadık kalmak için yemin etmeye gelince; eğer anayasa insanlar tarafından konulan bir kanunsa, onunla hükmetmek haram olup sadakat ise sadece Allah'a ait olmalıdır; o halde bir temsilci, nasıl olur da hem Allah'ın Kitabı'na, hem Allah'a isyana, hem de O'nun şeriatından başkasıyla hükmetmeye yemin edebilir?!

Muhasebe etme meselesine gelince; bunun önemli ve gerekli bir talep olduğu konusunda bir şüphe yoktur; zira muhasebe, iyiliği emredip kötülükten nehyetme amellerinden biridir; ancak Temsilciler Meclisi'ndeki muhasebe, İslam temelinde mi yoksa insan yapımı anayasa ve kanunlar temelinde mi yapılmaktadır?

Bütçenin onaylanmasına gelince; bu, iki gözü olan herkes için batıldır; zira bütçe, kapitalist ekonomiye uygun olarak vergilere ve faizli kredilere dayanmaktadır.

Bu açıklamanın ardından, bu seçimlerin İslam'a aykırı olan insan yapımı anayasa uyarınca yapıldığı ve bu nedenle onun haram olduğu açıktır; dolayısıyla bu, cahiller, korkaklar veya başka amaçları olan saray mollaları tarafından tasvir edildiği gibi değişimin imkansız olduğu fikrinin güçlendirilmesini hedefleyen sahte bir tanıklıktır.

Ancak İslam ümmeti, Allahu Teala'ya tevekkül edip Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in metoduna bağlı kalır ve Allah'a hamdolsun ki çok sayıdaki samimi muhlislerle el ele verirse, değişimi gerçekleştirebilir. İşte sizleri, Vallahi arkasında bu kastın olduğu hayra davet ediyoruz.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Dr. Abdulilah Muhammed – Ürdün

Devamını oku...

El-Vakiye TV: Anayasa Müzakereleri Programı -Halaka 8- [Arapça Hilafet Devleti’nin Resmi Dilidir]

  • Kategori El Vakiye TV
  •   |  
El-Vakiye Televizyonu
Anayasa Müzakereleri Programı
 
-Halaka 8-
[Arapça Hilafet Devleti’nin Resmi Dilidir]
İslami Anayasa İle İnsan Yapımı Anayasalar Arasındaki Anayasal Ayrılıklar
 
Müh. Usame Es-Suveynî ile Üstad Ahmed El-Kasas Arasında “Anayasa Mukaddimesi veya Esbab-ı Mucibesi” Kitabı Hakkındaki Diyalog Programı
 
Bu Bölümde Anayasa Mukaddimesi’nin 8. Maddesi Ele Alınmıştır:
Madde-8: Arapça, İslam’ın tek dilidir ve devletin kullanacağı tek dildir.

H. 25 Rabiu’l Evvel 1441 El-Muvafık M. 22 Kasım 2019

El Vakiye sitesindeki diğer bölümler için TIKLAYINIZ
Websitemizdeki diğer bölümler için TIKLAYINIZ

 

Devamını oku...

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi Küresel Kampanyası DVD'si: Sudan Savaşı: Bir Sömürgeciliğin, İhanetin ve Aldatmacanın Hikayesi

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi Küresel Kampanyası DVD'si:

Sudan Savaşı: Bir Sömürgeciliğin, İhanetin ve Aldatmacanın Hikayesi

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi, takipçileri ve ziyaretçileri için 8 dilde derlediği küresel kampanyası: "Sudan Savaşı: Bir Sömürgeciliğin, İhanetin ve Aldatmacanın Hikayesi" DVD'sini sunmaktan mutluluk duyar.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi Arşiv ve Yayıncılık Bölümü tarafından hazırlandı.

CMO WS SUDAN WAR CAMP 2025 Cover

DP

DVD'yi indirmek için:TIKLAYINIZ

CMO WS SUDAN WAR CAMP 2025 Sticker

 DP

Kampanya Sayfası İçin TIKLAYINIZ

 

merkezi medya ofisi
 
Devamını oku...

Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti Resmi Sözcüsünün “Dörtlü Tarafların Önerdiği Ateşkes ve Batı Uygarlığına Dayalı Müzakere Sürecinin Riskleri” Başlıklı Basın Toplantısında Yaptığı Konuşma

Amerika’nın başını çektiği, Suudi Arabistan, Mısır ve BAE’nin de dahil olduğu ‘Dörtlü İttifak’, 12 Eylül 2025’te Sudan kriziyle ilgili bir bildiri yayınladı. O günden bu yana Sudan halkı ne yazık ki ikiye bölünmüş durumda: Birinci kamp, barış getireceği gerekçesiyle Dörtlü İttifak’ın müzakere ve siyasi çözüm çağrısını desteklemekte. Diğer kamp ise Dörtlü İttifak’ın bildirisini reddederek savaşın devam etmesini talep etmektedir. Her iki taraf da Müslüman olmasına rağmen, pozisyonlarını belirlemede İslam’ı temel bir hareket noktası olarak kabul etmemişlerdir; oysa İslam’ın referans alınması asıldır. Çünkü Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyuruyor:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَأُولِي الْأَمْرِ مِنكُمْ فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللَّهِ وَالرَّسُولِ إِن كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ ذَٰلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلاً“Ey İnananlar! Allah’a itaat edin, Peygambere ve sizden buyruk sahibi olanlara itaat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz, Allah’a ve ahiret gününe inanmışsanız onun halini Allah’a ve Peygambere bırakın. Bu, hayırlı ve netice itibariyle en güzeldir.” [Nisa 59]

وَمَا اخْتَلَفْتُمْ فِيهِ مِن شَيْءٍ فَحُكْمُهُ إِلَى اللَّهِ ذَٰلِكُمُ اللَّهُ رَبِّي عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَإِلَيْهِ أُنِيبُ“Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a aittir; “İşte bu Allah, benim Rabbimdir. O’na güvenirim ve O’na yönelirim.” [Şura 10] Bir sorunu Allah’a ve Rasûlü’ne götürmek demek, çözüm için Allah’ın Kitabına ve Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Sünnetine başvurmak demektir.

Sudan’da yaşanan mevcut anlaşmazlığı ve bu şiddetli savaşı, Kitap ve Sünnet’e götürdüğümüzde, karşımıza şu gerçekler çıkmaktadır:

Birincisi: Sudan savaşının dosyasını kontrol eden güç Amerika’dır. Dörtlü İttifak’ın başkanı da odur. Diğer Arap ülkelerinin katılımı ise sadece göz boyamadan ibarettir. Çünkü ne Mısır’ın, ne Suudi Arabistan’ın ne de BAE’nin kendi başlarına hiçbir iradesi yoktur; tüm kontrol Amerika’nın elindedir. Amerika ise, sömürgeci kâfir bir devlettir. Bizim dostumuz değil, düşmanımızdır. Düşmanın Müslümanlar arasına girmesi caiz değildir. Zira o, dost değil, düşmandır. Hal böyleyken, Sudan Dışişleri Bakanı Muhyiddin Salem’in çıkıp, “Mısır ve Arap kardeşlerimizle ve ABD’li dostlarımızla görüşüyoruz” demesi ise tam bir saçmalıktır ve kabul edilebilir bir tarafı yoktur! Çünkü Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyuruyor:

إِنَّ الْكَافِرِينَ كَانُواْ لَكُمْ عَدُوّاً مُّبِيناً“Şüphesiz kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır.” [Nisa 101]

Kâfirler asla bizim iyiliğimizi istemezler. Nitekim Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurdu:

مَّا يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ وَلَا الْمُشْرِكِينَ أَن يُنَزَّلَ عَلَيْكُم مِّنْ خَيْرٍ مِّن رَّبِّكُمْ وَاللَّهُ يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِهِ مَن يَشَاءُ وَاللَّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ“(Ey müminler!) Ehl-i Kitaptan kâfirler ve putperestler de Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler. Halbuki Allah rahmetini dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir.” [Bakara 105] Rabbimizin bizim için istediği hayrı istemeyen birinden, bize nasıl bir hayır gelebilir ki?! Hele ki bu kâfir, küfrün başı Amerika ise?! Dünyanın neresine baksanız elinde Müslüman kanı vardır.

İkincisi: Günümüzde Amerika’nın liderliğini yaptığı Batı uygarlığı, dinin hayattan ayrılması (sekülerizm) inancı üzerine kuruludur. Bu inanç da doğası gereği uzlaşma esasına dayanır. Bu yüzden onlarda hak ve bâtıl diye kesin bir ayrım yoktur. Anlaşmazlıkları her zaman orta yolu bularak, yani iki hasım tarafı uzlaştırarak çözmeye çalışırlar. Bu yöntemde, iki tarafın da orta bir noktada buluşabilmesi için bazı değerlerinden ödünler vermesi gerekir. Çünkü onlara göre hakikat, mutlak değil, görecelidir. Bu nedenle, Dörtlü İttifak’ın uzlaşma esasına göre yürüttüğü bu müzakerelerin asıl amacı, devleti isyancılarla aynı kefeye koymaktır! Ardından da her iki taraftan da tavizler kopararak sonunda Darfur’un koparılması sağlanacaktır! Çünkü müzakereler, hakkı hak, bâtılı batıl bilen doğru çözüm üzerine değil, uzlaşma üzerine kuruludur.

Üçüncüsü: Sömürgeci kafirler, Müslüman topraklarında esasen kendilerinin sebep olduğu veya ajanları aracılığıyla yarattıkları anlaşmazlıkları çözmeye çalıştıklarında, bunu ülke halkının çıkarına değil, kendi çıkarlarına ve kendi arzularına göre çözerler. İster bizzat kendileri müdahil olsunlar, ister Afrika Birliği veya IGAD gibi kukla örgütleri vekil olarak kullansınlar, fark etmez, sonuç değişmez. Güney Sudan’ın koparılması hâlâ hafızalarda tazeliğini korumaktadır. Barış getirmek ve istikrar sağlamak gibi aynı kötü niyetli bahanelerle Güney Sudan’ı Sudan’dan koparmışlardır. Şimdi de Darfur’u söküp almak için aynı mikrobu oraya taşımaya çalışıyorlar. Ve planları aynen böyle işliyor. ABD, Darfur’u ayırmak ve Sudan’ı parçalamak amacıyla bu yıkıcı savaşı körüklemiştir; bu savaşın yakıtı Müslümanların kutsallarıdır. Müslümanların kanıyla, Sudan’ın yıkıntıları üzerine yeni bölgesel, etnik veya kabilevi bir devletin sınırlarını çiziyor. Ve bunu Sykes-Picot haritasının düzeltilmesi olarak adlandırıyor. Amerika, iki buçuk yıldır Sudan dosyasını elinde tutmaya, devlet ile isyancıları aynı kefeye koymaya ve bu komplosunu kısık ateşte pişirmeye devam etmiştir. El Faşir’in düşmesiyle HDK’nin tüm Darfur’da kontrolü ele geçirinceye kadar Amerika sürekli manevra yapmış, farklı platformlarda oyalama taktikleri gütmüştür. HDK, El Faşir’de kontrolü sağlar sağlamaz da Amerika, Dörtlü İttifak aracılığıyla sözde insani ateşkes çağrıları üzerine yoğunlaşmıştır. Bu ateşkesin ardından gelecek müzakerelerin varacağı nihai sonuç bellidir. Güney Sudan senaryosunda olduğu gibi, Darfur’un Sudan’dan ayrılacaktır. Yani savaşı bitirme ve barış getirme bahanesiyle Amerika, kanla çizdiği bu yeni sınırlar üzerinden Sudan’ı parçalama hedefine ulaşacaktır.

Dördüncüsü: 2023’te patlak veren savaşın mevcut tempoda devam etmesi, Hızlı Destek Güçleri’ni ortadan kaldırmayacak; aksine Libya senaryosunda olduğu gibi iki hükümetli bir yapı doğuracaktır. Bu sonuç da Darfur’un ayrılmasına yol açacaktır. Ki zaten Amerika’nın ajanları aracılığıyla yapmak istediği de budur!

İşte realite budur. Peki, çözüm nedir öyleyse?

Müslüman için çözüm, sadece ve sadece yüce vahiydedir; yani İslam akidesinde, Kur’an’da, Sünnette ve bu ikisinin irşat ettiklerinde saklıdır.

İslam’ın herhangi bir soruna getirdiği çözüm, taraflar arasında orta yolu bulma ve uzlaşı esasına dayanmaz. Aksine hakkı gerçekleştirme ve batılı yok etme esasına dayanır. Hak sahibi kimse, hakkını tam ve eksiksiz olarak alır.

İslami meşruiyetin olmaması, tüm felaketlerin anasıdır. Bu boşlukta eline silahı alan, gücü ele geçiren herkes halka hükmetmek istemektedir. Hatta bakan olmanın ve yönetimden pay kapmanın en kolay yolu, dış güçlerle ajanlık ilişkisi kurmak, silahlanmak ve masum insanların kanını, malını, namusunu çiğnemek olmuştur. Dahası bu durum, artık kimsenin kınamadığı, hatta normal karşıladığı bir gelenek haline gelmiştir. Toplumun sözde önderleri; aydınlar, gazeteciler, siyasetçiler bile, bu dış güçlerin maşası olan ajanların ayağına hizmet eder hale gelmişlerdir! Bu bozuk durumu düzeltmek için İslam, otorite ümmete aittir kuralını getirir. Bu kural, Hilafet sistemini ikame ederek hayatını İslam akidesi üzerine yeniden inşa etmesi için ümmete, gasp edilen otoritesini geri alması farz kılar.

İslam’ın bu tür sorunlara getirdiği çözüm ise şöyledir: İslam’ı uygulayan devlete karşı kim silah çeker ve haksızlığa uğradığını iddia ederse; devlet, onun şikâyetini dinleyebilmesi için önce o kişiden silahını bırakmasını ister. Eğer silahı bırakırsa, devlet onunla masaya oturur, şikâyetini dinler ve haklıysa o haksızlığı giderir. Yok eğer silahını bırakmayı reddederse, silahını bırakana kadar yola getirmek (edeplendirmek) üzere onunla savaşılır. Devlet, bırakın savaşı körükleyen kâfir bir düşmanın sözde arabuluculuk yapmasına izin vermeyi, yabancı bir devletin bu meseleye karışmasına bile asla izin vermez.

İslam’ın, devlete karşı isyan etme ve devletin otoritesine karşı gelme meselesine getirdiği çözüm, alemlerin Rabbi olan Allah’a kulluğu esas alan şeri bir çözümdür. Dahası bu çözüm, doğru ve sorunun gerçekliğine uygun bir çözümdür; bu çözüm, devletin birlik ve bütünlüğünü koruyan ve pusuda bekleyen düşmanların iç işlerine müdahalesini engelleyen bir çözümdür. Bu yüzden Peygamberimiz SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in hidayetine uymalıyız.

Ey Sudan halkı! Ey samimi güç ve kuvvet ehli! Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti, İslami hayatı yeniden başlatmak için sizin aranızda ve sizinle birlikte çalışmaya devam etmektedir. İçinde bulunduğunuz bu sefil ve Allah’ın gazabına neden olan bu durumdan tek bir çıkış yolu vardır. O da aranızdaki samimi güç ve kuvvet ehli evlatlarımızın, Hizb-ut Tahrir’e nusret vermesidir. Hizb-ut Tahrir, İslam’ı uygulamanın, insanları sömürgecilikten kurtarmanın ve İslam’ı tüm dünyaya taşımanın güvencesi ve garantörüdür. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyuruyor:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَجِيبُوا لِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ“Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’ın ve Rasûlü’nün çağrısına uyun ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Yine bilin ki, O’nun huzurunda toplanacaksınız.” [Enfal 24]

Devamını oku...

Yahudilerin Eli, Bilim İnsanlarını Tasfiye Etmek İçin Mısır’a Kadar Uzandı mı?

Yahudilerin Eli, Bilim İnsanlarını Tasfiye Etmek İçin Mısır’a Kadar Uzandı mı?
Bu Soru, Rejimin Uşaklığını, Halkı ve Ülkeyi Korumaktan Ne Kadar Aciz Olduğunu Kanıtlıyor!

İskenderiye’deki Nükleer Kimya uzmanı mühendisin öldürülmesi, Mısır rejiminin ve yandaş medyasının bize yutturmaya çalıştığı gibi, asla ‘kişisel bir husumet’ veya ‘sıradan bir cinayet’ değildir! Zira olayın zamanlaması, kurbanın uzmanlık alanı, infaz yöntemi ve çevredeki siyasi iklim, rejimin cevaplamaktan kaçındığı, hatta sorulmasından bile çekindiği büyük soruları gündeme getirmektedir. Halkın bugün sorduğu sorular son derece meşrudur, hatta sorulması gereken sorulardır: Yahudilerin eli, kalan bilimsel kapasiteyi tasfiye etmek için Mısır’a mı uzanmaya başladı? Yoksa Mısır rejimi, bağımlılık ilişkisini sürdürebilmek uğruna siyasi ve askeri müttefikine kendi bilim insanlarını kurban etmeye mi başladı? Rejim, bu cinayetin arkasında kimin olduğunu gerçekten bilmiyor mu? Yoksa yapabileceği en iyi şey, gerçeği örtbas etmek için soruşturma yürütülüyor tiyatrosunu oynamak mı?

Ne zaman stratejik bir alanda çalışan bir bilim insanı, bir araştırmacı veya hassas bilgilere sahip bir mühendis öldürülse, sorulacak ilk soru şudur: Bu işten kim kazançlı çıkar? Özellikle son yıllarda bölgede yaşananlara baktığımızda, Irak’tan İran’a, Suriye’den Lübnan’a kadar Arap ve Müslüman bilim insanlarına yönelik suikastlara en çok bulaşan tarafın Yahudi varlığı olduğunu görürüz. Yahudiler fizik, kimya, iletişim, havacılık ve füze teknolojisi uzmanlarını sürekli hedef almışlardır. Mısır’la artık resmi bir güvenlik ittifakı kurmuşken, istihbarat paylaşımı tam gaz devam ederken, Yahudi varlığı elinin Mısır’a uzanmayacağını düşünmek saflık olmaz mı? Yahudi varlığının, bölge devletlerini, gelecekteki askeri potansiyelinin temeli oluşturacak olan herhangi bir bilimsel veya araştırma kapasitesinden yoksun bırakmak için çalışmaya devam etmesi ihtimal dışı mıdır?

Kurban şu anda kendi alanında çalışıyor olsun ya da olmasın, şu soru geçerliliğini korumaktadır: Medya neden apar topar ‘bu işin kurbanın uzmanlığıyla ilgisi yok’ diye açıklama yarışına girdi?! Daha ortada soruşturma bile yokken, bu olayı “adi bir kavga” ve “şahsi bir husumet” gibi gösterme çabası neden? Normalde bilgi tekeli Mısır güvenlik servislerinin elindedir. Soruşturma tamamlanmadan herhangi bir teorinin kamuoyuna açıklanmasına asla müsaade etmez. Peki, bu sefer neden bu kadar acele ettiler?

Siyasi veya dış kaynaklı bir suikast şüphesinin önünü kapatma konusundaki bu ısrar, rejimin bu kapının açılmasından korktuğunu gösteriyor. Çünkü bu kapı açılırsa, rejim çok daha büyük bir soruyla karşı karşıya kalacaktır: Rejim, neden kendi ülkesinin bilim adamlarını koruyamıyor?’ Dış bir el, Mısır’ın içine hiçbir engel olmadan nasıl bu kadar rahatça uzanabiliyor?

Rejimin, Yahudi varlığının İslam ümmetinin en azılı düşmanı olduğunu bilmemesi imkânsızdır. Ancak sorun, rejimin bu gerçeği bilmemesi değildir, aksine sorun rejimin Yahudi varlığı ile kurduğu ilişkinin doğasında yatmaktadır. Bu ilişki, İslam’ın emrettiği gibi bir düşmanlık ilişkisi değildir, aksine bir işbirliği, istihbarat alışverişi ve siyasi koordinasyon ilişkisidir. Bu ilişkide öncelik, ülkeyi korumak değil, rejimin kendi iktidarını korumaktır.

O halde her gün işgal aygıtları ile koordinasyon halinde olan bir rejim, onları hiç suçlayabilir mi? Dış meşruiyetini, Yahudi varlığını destekleyen Batılı güçlere borçlu olan bir rejim, ortak müttefikini suçlayabilir mi? Ayakta kalabilmek için Yahudi varlığının ana hamisi olan Amerika’nın rızasına muhtaç olan bir rejim, bırakın suçlamayı şüphelerin onun üzerine çekilmesine bile izin verebilir mi?

Cevap gayet açık; bu yüzden soruşturma dosyası her zaman “kişisel husumet”, “sıradan bir olay” veya “akli dengesi bozuk bir katil” söylemleriyle kapatılmaktadır! Oysa bu cinayetlere münferit vakalar olarak değil, kamu güvenliği ve ümmetin işlerinin güdülmesi zaviyesinden bakılması gerekir. Eğer siyasi ve mantıki olarak suçlanan taraf Yahudi varlığı ise, İslam’a göre yapılması gereken soruşturma komitesi kurmak değil, aksine ümmeti korumak ve saldırıya yanıt vermektir! Burada asıl sorulması gereken soru şudur: Peki rejimin bunu yapmaya iradesi veya gücü var mı? Gazze halkını kuşatma altında tutan, Yahudilere gaz ve elektrik akışına izin veren, onunla güvenlik ve sınır meselelerinde işbirliği yapan ve uluslararası forumlarda lehine oy kullanan bu rejim, ondan intikam alacağını söyleyebilir mi?

Şeriat, devlete bu saldırıya yanıt verilmesini farz kılar. Zira bu saldırı tüm ümmete yapılmış bir saldırıdır. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:

وَقَاتِلُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ الَّذِينَ يُقَاتِلُونَكُمْ“Sizinle savaşanlara karşı siz de Allah yolunda savaşın.” [Bakara 190] Ancak mevcut rejimler, İslam’ın bu kıstasına göre değil, uluslararası siyasetin dengelerine ve büyük güçlerin çıkarlarına göre hareket ediyorlar.

Ülkeyi ve bilim insanlarını korumak, saldırılara yanı vermek ve caydırmak, siyasi iradeden yoksun bir rejimin değil, gerçek egemenliğe sahip bir devletin görevidir. Bu yüzden, bu suikastın gündeme getirdiği asıl soru, tetikçi kim? değildir! Aksine asıl soru şudur: Küfrün ve sömürgeciliğin başı olan Amerika’ya siyasi, askeri ve ekonomik olarak tam bağımlı hale gelmiş bir rejim, Mısır’ı, onun potansiyelini ve bilim adamlarını koruyabilir mi?

Rejim ne kadar aksini göstermeye çalışırsa çalışsın, bu olay sıradan bir vaka değildir; tam tersine bu olay, Mısır’daki gerçek güvenliğin ne kadar kırılgan olduğunun, ülkenin düşman güçlere karşı ne kadar savunmasız kaldığının ve rejimin halkını korumak şöyle dursun, kendi değerli beyinlerini bile korumaktan âciz olduğunun acı bir göstergesidir.

Ey Kinane askerleri! Mısır’da art arda yaşanan değerli beyinlerin tasfiye edilmesi, potansiyellerin heder edilmesi ve ülkenin düşmanlara açık hale getirilmesi gibi olaylar, asıl sorunun ne halkta ne de orduda olmadığını göstermektedir. Asıl sorun, Mısır’ı bağımlılık ilişkilerine mahkûm eden ve sonuçta ülkeyi düşmanları karşısında savunmasız bırakan siyasi liderliktedir. Sizler, herkesten iyi biliyorsunuz ki, Şeriat sizlere hakka destek olma, zulmü engelleme ve ümmeti düşmanlarına karşı koruma gibi büyük bir sorumluluk yüklemiştir. Yine sizler iyi biliyorsunuz ki Yahudilerin eli, katliam, yıkım ve bozgunculuk yapmak için Müslüman topraklarına kadar uzanmıştır. Ümmetin, Allah’ın dinini ayakta tutan ve Müslümanları savunan bir devleti olsaydı, Yahudiler buna asla cüret demezlerdi.

Biz bugün size, sadece Allah rızası için samimi bir çağrıda bulunuyoruz: Artık ülkeyi koruma Şer’î görevinizi yerine getirin! Düşmanın elini Mısır’dan çektirin! Batı’ya olan bu bağımlılığa son verin! Ümmetin, İslami yönetimi kurma projesine yardım edin! İslam; canları koruyacak, onuru muhafaza edecek ve Nübüvvet metodu üzere Raşidi Hilafet Devletiyle ümmete otoritesini geri iade edecektir!

وَمَا لَكُمْ لَا تُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ وَالْمُسْتَضْعَفِينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَاءِ وَالْوِلْدَانِ“Size ne oluyor da, Allah yolunda ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?” [Nisa 75]

Devamını oku...

Demokrasi Ne Can Güvenliğini Ne de Mal Güvenliğini Sağlar

Tanzanya, 29 Ekim 2025’ten (yaklaşık 20 gün önce) bu yana bir kez daha seçim sonrası şiddet dalgasına kapıldı. Günlerdir süren olaylarda çok sayıda can kaybı yaşanırken, hem özel mülkler hem de kamu altyapısı ciddi zarar gördü. Tanzanya’da 1995’te başlayan çok partili seçim döneminden bu yana, seçim sonrası şiddet maalesef her beş yılda bir tekrar eden, kronik bir sorun haline geldi. Ancak bu seneki vahşet, 2000 yılındaki o kanlı günleri bile geride bıraktı. O zaman Zanzibar’da 40’tan fazla muhalif (CUF) katledilmiş, 600’ü aşkın kişi yaralanmış ve 2.000 kişi canını kurtarmak için Kenya’ya kaçmıştı. Bu seneki durum çok daha vahim.

Şiddet, en başından beri doğası gereği demokrasinin ve seçimlerinin ayrılmaz bir parçasıdır. Sebepleri şunlardır:

1- Kapitalizmin yönetim sistemi olan demokraside eylemler tek bir ölçüt üzerine, yani ‘çıkarlar’ üzerine kuruludur. Buna göre kişi, yalnızca çıkar elde etmek için hareket eder veya bir şeyden kaçınır. İster iktidarda ister muhalefette olsun, bir demokrasi taraftarının çıkarlarını güvence altına almak için hareket etmesi veya başkalarını bu yönde teşvik etmesi bu sistemde şaşırtıcı değildir. Bu yüzden, demokratik partilerin hiçbiri halka hizmet etmez; hepsi politikacılar için birer ‘para musluğudur’. Ya halkın parasını hortumlarlar, ya koltuk kapma peşindedirler, ya sömürgeci efendilerinden yardım dilenirler ya da sözde bağışçıların parasıyla semirirler.

2- Demokrasi, Makyavelli’nin o şeytani ‘Amaca giden her yol mubahtır’ felsefesini benimser. Yani demokrasi için hedefe ulaşılıyorsa, adam öldürmek, ırkçı ve dini fitneler çıkarmak, yalan söylemek gibi her türlü pislik mubahtır. Kısacası, demokrasinin yasal veya yasadışı diye bir derdi yoktur; onlar için meşru olan tek şey, hedefe götüren yoldur.

3- Batı’nın çok partili demokrasiyi ülkemize getirmesinin tek sebebi kendi çıkarlarıdır; yoksa birçok saf insanın inandığı gibi bizim ülkemizin ilerlemesi ve kalkınması umurlarında bile değildir. Bu sözde değişim beklentisiyle insanların kafası karışmış, hayalleri yıkılmış, çok zaman kaybedilmiş, büyük çabalar sarf edilmiş ve hatta canlar feda edilmiştir. Aslında demokrasi, Batının bir kumpası ve değişim aldatmacasıdır. Batı, yine kendisinin koruması altındaki tek parti sisteminin zulmünden halkın artık bıktığını ve hoşnutsuzluğun arttığını fark edince, sadece rejimin vitrinini değiştiren bu sistemi getirdi. Bu sistem, insanların olayları ideolojik açıdan değerlendirmesini engellemek amacıyla neo-kolonyalizmi güçlendirmenin başka bir aracı olarak getirilmiştir. İnsanlar bütün enerjilerini kötü kapitalist ideolojiyle savaşmak yerine yöneticileri değiştirmek gibi yanlış bir çözüm uğrunda harcamaktadırlar. Dahası, Batılı ülkeler çoğu zaman demokrasi ve benzeri bahaneleri kullanarak, kendi kaynak sömürülerinin yolunu açmak için o ülkelerde iç çatışmaları ve şiddeti kışkırtmaktadırlar. Buna iyi örnek, Sudan, Kongo, Yemen, Somali gibi ülkelerdir.

Şu apaçık oradadır ki demokrasi gibi bir sistemin sürekli çatışma, fitne ve bitmek bilmeyen şiddet üretmesi kaçınılmazdır. Bu sistem doğası gereği kırılgandır ve en önemlisi de insanlığa adalet getirme konusunda acizdir.

Artık gerçek bir ideolojik değişim arayan her gayretli ve aydın insanın, bu yozlaşmış demokratik şovenizme katılmayı bırakmasının veya onu desteklemekten vazgeçmesinin vakti gelmiştir. Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in öğrettiği doğru İslami değişim metodolojisine bağlı kalarak, İslam dünyasında Hilafet Devletini yeniden kurmaları Müslümanlara farzdır. Gayrimüslimlerin de artık bu İslami alternatif sistemi ve değişim modelini incelemelerinin, İslam’ı kabul etmelerinin ve yozlaşmış demokrasi aldatmacasından kurtulmalarının vakti gelmiştir!

Devamını oku...

Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti Heyeti El Obeid’de Bir Dizi Politikacıları Ziyaret Etti

Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti Encümen üyesi üstat El-Nezir Muhammed Hüseyin Ebu Minhac başkanlığındaki bir heyet, partinin Darfur’u ayırma planını akamete uğratma kampanyası kapsamında, 13 Kasım 2025 Perşembe günü Devlet Hukuk ve Kalkınma Partisi liderlerinden Ömer Hasan Bediüzzaman’ı ofisinde ziyaret etti. Heyette parti üyeleri Muhyiddin Kacur ve Muhammed Said Boka da yer aldı. Heyet, Bediüzzaman’a Hizb-ut Tahrir’in Darfur’un ayrılmasını engelleme kampanyası hakkında bilgi verdi. Üstat Ömer de ziyaretten duyduğu memnuniyeti dile getirerek Hizb-ut Tahrir’e tam destek verdi: “Ben Hizb-ut Tahrir’i ikinci partim olarak görüyorum. Hilafetin yeniden ikamesi için çalışmak, hepimizin birinci önceliğidir. Partinin bu alandaki gayretlerini takdir ediyorum. Kuzey Kordofan’da Hizb-ut Tahrir’in varlığı, Allah’ın bize bir lütfudur.”

Görüşme son derece olumlu geçti. Heyet, üstat Ömer’e, partinin Darfur başta olmak üzere güncel sıcak meselelere ilişkin görüşlerini içeren yayınlardan örnekler sundu.

Heyet, aynı gün Avukat Salih Abdullah’ı da ziyaret etti. Abdullah, heyeti çok iyi karşıladı ve ağırladı. Ardından heyet başkanı, partinin Darfur’un ayrılmasını akamete uğratma kampanyasının ayrıntılarını anlattı. Bunun üzerine Abdullah da “Darfur’un ayrılmasını kabul etmeyeceğiz, bu (konuda) sizin yanınızdayız.” dedi.

Ziyaretin sonunda Abdullah, partinin kampanya ile ilgili bildirilerinden bazı nüshalar talep etti ve bunları meslektaşı diğer avukatlara bizzat ileteceğini belirtti.

Devamını oku...

Ey Müslümanlar! Özgür Kadınlar, Yahudi Hapishanelerinde İşkence Görürken ve Onurları Ayaklar Altına Alınırken Nasıl Rahat Bir Yaşam Sürebiliyorsunuz?!

Filistin İnsan Hakları Merkezi (PCHR), Gazze Şeridi’nden serbest bırakılan bazı eski mahkumlardan aldığı yeni ifadelere dayanarak, Yahudi varlığı hapishanelerinde ve gözaltı merkezlerinde sistematik cinsel işkence yapıldığını açıkladı. Merkezin avukatları ve araştırmacıları tarafından toplanan tanıklıklara göre, bu uygulamalar arasında tecavüz, zorla çıplak bırakma, çıplak fotoğraf çekme ve çeşitli aletler ile köpekler kullanılarak yapılan cinsel saldırılar da yer alıyor. Merkez, tüm bunlara ek olarak, insanlık onurunu paramparça etmek ve bireysel kimliği topyekûn silmek amacıyla kasıtlı psikolojik sindirme ve aşağılama taktikleri izlendiğini kaydetti. Merkez (PCHR), bu tanıklıkların münferit veya tesadüfi olaylar olmadığını, aksine iki milyondan fazla insanın yaşadığı Gazze Şeridi’ne yönelik devam eden soykırım suçu kapsamında yürütülen sistematik bir politikanın parçası olduğunu belirtti. Merkez, binlerce tutuklunun, Uluslararası Kızılhaç Komitesi de dahil olmak üzere hiçbir uluslararası denetime izin verilmeyen kapalı hapishane ve kamplarda tutulduğunu ifade etti.

Rapor, işgal güçlerinin son iki yıl içinde Gazze’nin farklı bölgelerinden gözaltına alınan kadınların da aralarında bulunduğu Filistinlilere karşı işlediği tüyler ürpertici tecavüz vakalarını belgeledi. Raporda yer alan vakalardan biri, Kasım 2024’te Gazze’nin kuzeyindeki bir kontrol noktasında gözaltına alınan 42 yaşındaki bir kadına yapılan tecavüz olayıdır. Kadın, PCHR ekibine verdiği ifadede, Yahudi askerleri tarafından dört kez tecavüze uğradığını anlattı. Ayrıca ifadesinde, sistematik olarak ağır küfürlere maruz kaldığını, zorla çıplak bırakıldığını, çıplakken fotoğraflandığını, elektrik şokuna maruz kaldığını ve vücudunun her yerinden darp edildiğini belirtti.

Serbest bırakılan tutukluların, özellikle de raporda ifadesi yer alan kadın tutuklunun anlattıkları, gerçekten şok edici ve çok acı tanıklıklardır. Erkekler ve kadınlar, sadece vahşi bir soykırıma ve toplu cezaya maruz kalan Gazze’den oldukları için tutuklanmakta, işkence görmekte ve namusları ayaklar altına alınmaktadır. Bu tanıklıklar, dünyaya ‘en ahlaklı ordu’ yalanını pazarlayan Yahudi varlığı ve askerlerinin ne kadar vahşi, alçak ve insanlıktan çıkmış olduğunu gözler önüne seriyor. Daha da kötüsü, askerler ve Ben Gvir, başta Gazzeli mahkumların tutulduğu Sde Teiman kampı olmak üzere Yahudi zindanlarında yaşananlarla ve mahkumların çektiği acılarla adeta övünmektedirler.

Müslümanların yöneticilerinin Mübarek Toprak halkına ve özellikle Gazze halkına ihanet ettiğini, suçlarına sessiz kaldıklarını ve hatta kendisiyle suç ortaklığı yaptıklarını gören bu ucube varlık, suç ve vahşetinde sınır tanımamıştır. Bu hain yöneticiler ve başını ABD’nin çektiği suçlu ve ikiyüzlü uluslararası sistem, Gazze’deki Yahudi esirlerin serbest bırakılması için olağanüstü çaba harcadılar, dünyayı ayağa kaldırdılar. Hatta bırakın canlıları, ölenlerin cesetlerini bile enkaz altından çıkarmak için seferber oldular. Ama Yahudi zindanlarında tecavüze uğrayan, işkence gören Filistinli esirlerin kurtarılması için kılını kıpırdatmak şöyle dursun, ağızlarını bile açmadılar! Dahası, hala enkaz altında bulunan binlerce şehidin cesedinin çıkarılmasıyla da hiç ilgilenmediler.

Bu cani varlığın, Filistinli kadınların namusunu kirletecek kadar pervasızlaşmasının ve suçlarında bu denli ileri gitmesinin sebebi, İslam ümmeti ve ordularının sessiz kalmalarıdır. Bu ucube varlık, ümmet ve ordularının Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’de katledilen kardeşlerine sessiz kaldıklarını, onları yüz üstü bırakıp düşmanın önüne kolay bir av olarak attıklarını gördüğü için canavar gibi azgınlaşmıştır. Ümmetin, o cani varlığa hayat damarı olan, onu koruyan, sınırları kapatan ve halkın yardıma gitmesini engelleyen hain ve suçlu yöneticilere sessiz kalması da o cani varlığı iyice cesaretlendirmiştir.

Ey Müslümanlar! Oğlunun esir düşmesine yanan yaşlı bir kadının “Ey Mansur, ben hariç herkes mutlu” demesi, komutan Hacib Mansur’un ordusunu derhal geri döndürmesine, ordusuna ‘Kimse atından inmesin!’ emri vermesine ve o kadının oğlunu ve diğer esirleri tutuldukları kaleden kurtarmak için hemen yola koyulmasına yetmiştir. Müslüman kadınları koruma ve iffetlerini muhafaza etme hassasiyeti, Kuteybe bin Müslim’in fidye teklifini reddetmesine, Müslümanlara saldıranların öldürülmesi emrini vermesine ve meşhur sözünü söylemesine neden olmuştur: “Hayır, vallahi! Senin yüzünden bir Müslüman kadın bir daha asla korku yaşamayacaktır!” Müslüman bir kadından yükselen ‘Vah, Mutasım neredesin!’ feryadı, Halife Mu’tasım’ın onu kurtarmak için muazzam bir orduyu hazırlamasına yetmiştir. Hür kadınlardan yükselen bir feryat ise, Muhammed bin Kasım’ın Sind Kralı’nın tahtını sarsmasına neden olmuştur. Hepsinden de önemlisi, Medine pazarında Müslüman bir kadının örtüsüne saygısızlık edilmesi, Peygamber Efendimiz SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Beni Kaynuka kabilesini Medine’den sürmesine yetmiştir. Peki, bugün ümmet ve orduları içinde, dinlerine ve hür kadınlarına sahip çıkan kahraman, gayretli erkekler yok mu?! Ey Müslümanlar! Bu ne haliniz, size ne oldu böyle? Yoksa vehin hastalığına yakalanıp dünya hayatına mı daldınız?! Allah’ın dinine ve kutsallarına olan düşkünlük yoksa kalplerinizden ve akıllarınızdan silinip gitti mi? Ey ordular! Hür kadınlarınız bu haldeyken, nasıl rahat bir yaşam sürebiliyorsunuz?! Kıyamet günü Allah’ın huzurunda duracağınızı ve O’nun emrine isyan ettiğiniz, kullarını yalnız bıraktığınız için sizden hesap soracağını hiç düşünmüyor musunuz?!

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER