Cumartesi, 10 Muharrem 1447 | 2025/07/05
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Kendi Merkezinde Bile Adaleti Tesis Etmeyi Başaramayan Tağut Sivil Devlet, Bizim Ülkemizde Nasıl Başarılı Olacak Ki?!

  • Kategori Makaleler
  •   |  

Kendi Merkezinde Bile Adaleti Tesis Etmeyi Başaramayan Tağut Sivil Devlet, Bizim Ülkemizde Nasıl Başarılı Olacak Ki?!

Sudan Başbakanı Kamil İdris bir basın toplantısında, 22 bakanlıktan oluşan ve “Umut Hükümeti” adını taşıyan yeni bir hükümetin kurulduğunu duyurdu. "Tarihi" olarak nitelendirilen konuşmasında, sivil hükümet olarak adlandırdığı Umut Hükümeti'nin özelliklerini açıkladı ve bu hükümetin Sudan'ı kurtarmak, onu ilerleme ve refah yoluna sokmak, güvenlik ve refah sağlamak ve tüm Sudanlılara onurlu bir yaşam sunmak için net bir vizyon ve sağlam ilkelere dayandığını söyledi ve vizyonun, Sudan'ı gelişmiş ülkeler arasına taşımayı temsil ettiğini belirtti. Değerlerimiz dürüstlük, güvenilirlik, adalet, şeffaflık, hoşgörü, bilimsel, pratik, profesyonel ve kolektif bir yaklaşım, net planlar ve kesin başarı kriterleridir. Hükümet, parti bağlantısı olmayan teknokratlardan oluşacak, sessiz çoğunluğun sesini temsil edecek, otoritenin tezahürlerindeki zühd ile halkın refahının arasını birleştirecek ve yüksek erdemleri somutlaştıracaktır.

Başbakan, dürüstlüğü, güvenilirliği, adaleti ve diğerlerini zikrederek sivil hükümetinin beklenen sonuçlarından bahsetti ve bunları da Kur'an ayetleriyle destekledi; bu ise, kamuoyunun desteğini kazanmak için farklı mefhumların kasıtlı olarak karıştırılmasıdır. Ancak bilinçli bir kulağın duyması gereken gerçek, duygulardan ve umutlardan uzak bir şekilde ayrıntılara ve derinliğe ihtiyaç duymaktadır; zira siyasetin, yanıltıcı bilgilerden uzak gerçeklere dayalı olması gerekir.

Sudan da dahil Müslüman ülkelere bakan birisi, buralardaki mevcut devletlerin, 1916 yılında eski sömürgeci devletler arasında nüfuz paylaşımı için yapılan bir anlaşmanın ürünü olan ve belirli bir görevi yerine getirmek için türetilen işlevsiz devletçikler olduğunu, bu anlaşma olmadan var olamayacaklarını, bu ülkelerin kendilerini ortaya çıkaran Batı kapitalizmine bağlı kalmaya devam ettiklerini, var oldukları süre boyunca her yıl başarısızlar listesinin başında yer almak için yarıştıklarını, hükümetler, bakanlar ve yöneticiler değişse de, siyasi, ekonomik ve sosyal alanlarda tam bir başarısızlık içinde olduklarını kanıtladıklarını görecektir; o halde kusur nerede? Neden bu ülke, çok sayıda bakir kaynaklarla doluyken, insanları aşırı yoksulluk içinde yaşamaktadır?

Bu asrımızda Müslümanların başına gelen en büyük fitnelerden biri, yönetim ve ekonomi ile ilgili fikirler ve mefhumlardır; belki de bunlar, Batı'nın İslam'a saldırısındaki ve siyasi, fikri ve ekonomik hegemonyasını ve kontrolünü sağlamaya odaklanmasındaki odak noktasıdır.

Sivil devlet fikrinin kökleri eski çağlara dayanmaktadır; zira Batılılar bu fikri, insanların karar alma sürecine katılımına odaklanan Atina'daki demokratik yönetim sistemi aracılığıyla Yunan medeniyetindeki adalet ve hukukun üstünlüğü ilkeleriyle ilişkilendirmiştir; daha sonra bu mefhumlar, toplumun işlerini düzenlemek için gelişmiş yasal temeller koyan Romalılar tarafından geliştirilmiş ve bu da hukuk devleti olarak adlandırılan şeyin oluşmasına ve belirginleşmesine katkıda bulunmuştur.

Orta Çağ'da Batı'daki siyasi düşüncenin gelişmesiyle birlikte sivil devlet, Avrupa'da kilise ile devlet arasındaki çatışmadan etkilenmiş ve bu çatışma, özellikle Rönesans ve Fransız Devrimi'nden sonra, din siyasi işlere müdahale etmeden bireysel özgürlüklerin ve kanun önünde eşitliğin saygı gördüğü devletlerin kurulması yönündeki çağrıların yükselmesiyle birlikte din ile siyasetin ayrılması ideolojisinin güçlenmesine yol açmıştır. Modern çağda ise sivil devlet, Batı ülkeleri ve bunların lideri Amerika Birleşik Devletleri tarafından benimsenmiştir.

Burada farklı bir hadari mirasa ve bu tarihe benzemeyen ve tarihin derinliklerine kök salmış bir tarihe sahip Müslümanlar olarak bizim için mantıklı bir soru ortaya çıkıyor; zira Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Medine-i Münevvere’de İslam Devletini kurmuş, ardından onu Raşid Halifeler, sonra Emeviler, Abbasi ve Osmanlı devletleri izlemiştir; işte bunların hepsi, İslam hadaratının, onun köklü geçmişinin ve İslam Devleti'nin yönetiminin gözle görülür örnekleridir.

Daha derine inmek için, sivil devletin ilkelerini ve İslami yönetimde bunlara karşılık gelen hususları bilmek gerekir:

Sivil devlet, Batılı kapitalist bakış açısıyla adaleti sağlamayı amaçlayan bir dizi yerleşik ilkelere dayanmaktadır; nitekim eşitlik ve bireylerin haklarının korunması fikriyle birlikte bu ilkeler, bu ülkelerin temel dayanaklarını oluşturmaktadır. İslam'da ise egemenlik, kesinlikle şeriata aittir; zira Subhanehu ve Teala şöyle buyurmuştur: فَلاَ وَرَبِّكَ لاَ يُؤْمِنُونَ حَتَّىَ يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لاَ يَجِدُواْ فِي أَنفُسِهِمْ حَرَجًا مِّمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُواْ تَسْلِيمًاHayır, Rabbine andolsun ki; aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip sonra haklarında verdiği hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan kendilerini tamamen teslim etmedikçe iman etmiş olmazlar.” [Nisa 65] Ve şöyle buyurmuştur: وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلَا مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْراً أَن يَكُونَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ وَمَن يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالاً مُّبِيناً Allah ve Rasulü bir konuda hüküm verince, ne bir mümin erkeğin ve ne de bir mümin kadının (o konuda) muhayyerlikleri (tercihleri) olmaz. Ve her kim Allah’a ve Onun Rasulü’ne isyan ederse muhakkak o, apaçık dalalete (batıla) sapmış olur.” [Ahzab 36] Ve Allahu Teala şöyle buyurmuştur: أَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللّهِ حُكْمًا لِّقَوْمٍ يُوقِنُونَ Onlar hala cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü, Allah’tan daha güzel olan kimdir?” [Maide 50]

Bunlar, Allah'ın kitabından alınmış, subutu ve delaleti kati olan nâsslar olup bunları inkar etmek için bir alan yoktur; zira bunların hepsi açıkça tek bir söze indirgenebilir ki o da; egemenliğin akla değil şeriata ve halka değil Allah'a ait olmasıdır.

Halkın egemenliği ideolojine göre sivil devlet konusunda onlar, bununla (sivil devlet), toplumda adalet ve eşitliği sağladıklarını, her türlü ihlalleri veya otoritenin kötüye kullanılmasını engellediklerini, böylece hukukun üstünlüğünün hükümeti yasal kurallara tabi kıldığını ve yetkilileri hesap verebilir kılan mekanizmalar getirerek halk ile devlet arasındaki güveni güçlendirdiğini düşünüyorlar. Oysa bugünkü gerçeklik bunun tam aksini göstermektedir; zira para ve iş dünyasının adamları, yönetim ve siyasette derin bir kontrol sahibi olup halkın geneli ise onlara boyun eğmiş durumdadır.

Nitekim “şeriatın egemenliği” kaidesi, İslam'daki yönetim sisteminin, kanunun egemenliğinin güzel anlamını gerçekleştirmede benzersiz olduğunu ortaya koymaktadır. Sivil devlet savunucuları bu anlamı gerçekleştirdiklerini sandılar; oysa vakıada egemenliği onlar, teorik olarak azınlığa karşı çoğunluğa (pratikte ise az sayıda kapitalist uygulayıcılara) ait kıldılar. Kanunları koyan ve değiştiren çoğunluktur; öyleyse kanunlar nasıl onun efendisi olabilir ki?! İslam ise, yasayı insanın arzusundan uzak tutarak güçlülerin zayıfları ve zenginlerin fakirleri ezmemesini, aksine herkesin Allah Subhanehu'nun şeriatına boyun eğmesini sağlamıştır.

Bu, yönetim sisteminde de kendini göstermektedir; zira Şari, hayatın her alanında emir ve yasaklar koymuş ve Subhanehu ve Teala uygulama yetkisini (kesin, kırbaçlayın...) gibi ümmete bırakmıştır; Dolayısıyla ümmet de arasından, rıza ve tercih ile biat edecek ve şerî hükümleri uygulayacak birini seçer.

Ayrıca sivil devlet, insan haklarının korunmasına ve bireysel özgürlüklerin güvence altına alınmasına büyük önem vermektedir; bu haklar arasında inanç özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, kişisel özgürlük ve mülkiyet özgürlüğü de yer almaktadır.

Gerçek şu ki, bu fikirler Müslümanlar arasında gerçek anlamda rağbet görmüyordu; Müslümanlar arasında bu şekilde ortaya çıkmasının sebebi, bunların hakikatine dair bilincin olmaması ve yanıltıcı propagandadan uzak bir şekilde İslam'a tümüyle ve ayrıntılı olarak aykırı bir bakış açısına sahip olduğu gerçekliğinin idrak edilmemesidir; böylece bu fikirler ortaya çıkmış ve devrimler, kafir Batı'nın ajan yöneticilerinin ve avenelerinin Müslümanların evlatlarına uyguladığı zulmü ve özgürlüklerin kısıtlanmasını reddeden sloganlar olarak ön plana çıkmıştır; ancak her Müslüman, Allah'ın şeriatı, emirleri ve yasaklarıyla kayıtlı olduğunu bilir.

İslam, tüm yaşam alanlarını istisnasız olarak düzenleyen kamil bir şeriatını gerektiren bir akidedir. Zira Allah Subhanehu ve Teala şöyle buyurmuştur: الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الْإِسْلَامَ دِيناً Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’dan razı oldum.” [Maide 3]

Müslümanlar, Allah'ın indirdiği ve Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in Medine'de kurduğu bir yönetim, yani İslam'ı uygulayan ve adaletin ve insafın egemen olduğu bir yönetim sistemi projesine sahiptir; ancak böylece Müslümanlar, daha önceden olduğumuz gibi alemlerin Rabbine geri dönebilir ve başarısız kapitalistleri taklit etmek yerine hidayetin meşalesini taşıyabilirler.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Gâde Abdulcabbar (Ümmü Evâb) – Sudan

Devamını oku...

Tekrarlanan Saldırılar ve Yok Sayılan Bir Otorite!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Tekrarlanan Saldırılar ve Yok Sayılan Bir Otorite!

Haber:

Yerleşimciler ve işgal güçlerinin Batı Şeria'nın çeşitli yerlerindeki sakinlere yönelik saldırıları yüzünden onlarca Filistinli yaralandı. Son zamanlarda, Ramallah'ın doğusundaki Kafr Malik kasabasına yerleşimciler tarafından düzenlenen saldırıda 3 Filistinli şehit oldu ve 7 kişi de yaralandı. Yerel kaynaklar, kasaba ve çevre köylerin sakinlerinin saldırıya karşı koyması sırasında yerleşimcilerin kasaba çevresindeki yerleşik evlere ve Filistin araçlarına ateş açmaları yüzünde yangınların patlak verdiğini bildirdiler.

Filistinli platformlar, işgal askerlerinin, yerleşimcilerin saldırısına karşı koydukları esnada Filistinlilere doğrudan ateş açtığı anları gösteren görüntüleri belgelediler. Ayrıca sosyal medyada yayınlanan görüntülerde, yerleşimcilerin saldırısının ardından ambulansların Kafr Malik kasabasından yaralıları tahliye etmeye devam ettikleri ortaya çıktı.

Yorum:

Kafr Malik kasabası, son suç saldırısında 3 evlatlarının şehit olması ve diğerlerinin yaralanmasıyla yas ve kedere boğuldu. Nitekim sakinler, özellikle saldırıların yapıldığı sırada ordunun kendilerine koruma sağlamasıyla birlikte yerleşimcilerin aynı şeyi tekrar yapmasından korkarak endişe ve tedirginlik içinde yaşıyorlar. Gazze'deki soykırım savaşıyla paralel olarak ve Filistin verilerine göre yerleşimciler, işgal ordusunun desteğiyle Batı Şeria'daki saldırılarını tırmandırmaktadır; bu da en az 26 Filistinlinin şehit olmasına, binlerce kişinin yaralanmasına, 450'den fazla yangının çıkmasına, 20 yerleşim bölgesinden 1200'den fazla Filistinlinin yerinden edilmesine, 7 Filistin yerleşim biriminin yıkılmasına, Batı Şeria topraklarında 80'den fazla yeni yerleşim biriminin kurulmasına ve 2023 Ekim ayından itibaren Batı Şeria topraklarında 5000'den fazla saldırı ve hücumda 80'den fazla yeni yerleşim biriminin kurulmasına yol açmıştır.

Geçtiğimiz Mayıs ayında, Filistin Duvarı ve Yerleşim Direniş Komisyonu'nun verilerine göre yerleşimciler, Batı Şeria'da 415 saldırı gerçekleştirmiş ve bu saldırılar, farklı bölgelerdeki Filistin köylerine yönelik silahlı saldırılar, saha infazları, tahribat, arazilerin tahrif edilmesi, ağaçların sökülmesi, mallara el konulması, kapatmalar ve Filistin coğrafyasıyla bağları koparan barikatlar şeklinde gerçekleşmiştir.

Burada insanın aklına şöyle bir soru geliyor: Yerleşimcilerin Batı Şeria halkına yönelik saldırganlığını püskürtme konusunda sözde Filistin otoritesinin kaybolan veya yok olan rolü hani nerede?! Yoksa onun rolü, işgal ile güvenlik koordinasyonu yoluyla “kendini ve sahayı kontrol etme” politikasına bağlı kalmak, şerefli insanları takip etmek, çeşitli yöntem ve bahanelerle halkın vergilerini toplamak ve parasını çalmakla mı sınırlıdır! Bu da onu, yerleşimlere ve yerleşimcilerin saldırılarına karşı herhangi bir niyet veya planı olmamakla birlikte aciz, ihmalkar ve suç ortağı konumuna düşürmüyor mu?

Batı Şeria'da yaşananlar, bölge halkı ile yerleşimciler arasındaki yerel bir çatışma değil, aksine barışı ve hakları tanımayan, asıl olarak işgale hizmet etmek ve onu desteklemek için gelen Filistin'in otoritesini ve hükümetini tanımayan işgal projesi kapsamındaki açık bir savaştır. Dolayısıyla otoriteden hiçbir hayır umulmayacağı gibi Filistin'in herhangi bir yerindeki insanları koruması da umulmaz; çünkü otorite kendisini bile koruyamıyor ve bunun birçok örnekleri ve kanıtları vardır.

Ama zulüm devam etmeyecek, kibri kıran birisi ortaya çıkacak, alçaklık ve suç ortaklığı yapanlar da cezasını çekeceklerdir. Bu ise aziz olan Allah’a hiç de zor değildir. وَسَيَعْلَمُ الَّذِينَ ظَلَمُوا أَيَّ مُنقَلَبٍ يَنقَلِبُونَZulmedenler, hangi dönüşle döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.” [Şuara 227]

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Müslime Şâmî (Ümmü Suheyb)

Devamını oku...

Amerika'nın Müslüman Ülkelerdeki Askeri Üsleri, Bir İşgaldir!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Amerika'nın Müslüman Ülkelerdeki Askeri Üsleri, Bir İşgaldir!

Haber:

Bu ayın 23'ünde İran, Katar'daki Amerikan üssüne füze saldırısı düzenlediğini açıkladı; Katar ise hava savunma sistemlerinin El Udeyd üssünü hedef alan füze saldırısını başarıyla engellediğini vurguladı ve bu saldırıyı egemenliğe ve hava sahasına yönelik açık bir ihlal ve uluslararası hukuka aykırı olarak nitelendirdi. Ayrıca, “bu açık saldırının şekli ve boyutuna uygun şekilde doğrudan yanıt verme hakkını” saklı tuttuğunu da belirtti.

Yorum:

İran'ın Katar'daki Amerikan üssünü bombalamasıyla yanıt vermesinin ardından haberler, saldırının ayrıntıları, gerekçeleri ve İran ile Yahudi varlığı ve Amerika arasında birkaç gündür süren savaş bağlamında ele alındı. Ancak asıl tehlikeli olan, belki de saldırının kendisinden daha tehlikeli ve daha önemli olan Katar'da Amerikan üssünün varlığıydı.Bundandaha da tehlikeli olan ise, bu üssün varlığıyla, dahası genel olarak Amerikan üsleriyle, Müslüman ülkelerde ve özellikle de bölgemizde bu üslerin varlığının ciddiye ve ağırlığıyla orantılı olmayan bir düzeyde bir arada yaşamaktır.

Nitekim insanlar arasında egemen olan ve hala da olmaya devam eden izlenim, insanlar arasında sömürgeciliğin yerini çok yönlü, askeri olmayan bir sömürgecilik şeklinin aldığına dair genel bir bilincin olmasına rağmen, sömürgeciliğin geçen yüzyılın ortalarında askeri olarak ortaya çıkmış olmasıdır; ancak bu izlenimin, bölgedeki Amerikan üslerinin varlığı ışığında incelenmesi, daha doğrusu düzeltilmesi gerekmektedir.

Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Irak, Suriye ve Türkiye'de bulunan Amerikan askeri üslerinin gerçekliği, fiili bir askeri işgal ve düşmanın İslam beldesinin kalbinde konuşlanmasıdır. Bu üslerin varlığının, yöneticilerin savunma amaçlı anlaşmalar olarak adlandırdıkları gerekçeler dışında bir açıklaması yoktur. Bu gerekçeler ise, üslerin bulunduğu ülkelerin sadece İslam coğrafyasıyla çevrili olması gerçekliğiyle geçersiz kılınan gerekçelerdir. O halde bu anlaşmalar kime karşı?! Aynı şekilde bunu, son on yıllarda, üslerin sahibi olan Amerika'nın ve onun üvey evladı Yahudi varlığının yaptığı ve yapmaya devam ettiği gibi Müslümanların kanını döken ve onlara saldıran bir düşmanın olmadığı gerçekliği de yalanlamaktadır. Nitekim ajanlık ve ihanet bataklığına saplanmış yöneticilerin, askeri sömürgeciliği gerektirse bile koltuklarını korumak için halklarına karşı Amerika'ya bel bağlamaları resmi netleştirmektedir.Korkutma tehditlerine gelince; herkesin bildiği gibi bunun dizginlerinin de Amerika'nın elinde olduğunu çok iyi biliyorlar.

Bu askeri üsler, işgal güçleri olup varlıkları bile egemenliğin ihlalidir. Katar'ın iddia ettiği gibi, bu üslere dokunmak devletin egemenliğine dokunmak değildir. Zira bu, sadece bu üslere saldırıldığında ortaya çıkmaktadır. Bu arada bu üsler Müslüman ülkelere ölüm, bombardıman ve yıkım gönderdiğinde sahipleri ise ortadan kaybolup sessiz kalmaktadırlar. Tıpkı Afganistan, Irak ve Suriye'de ya da Gazze'deki çocukların başlarına yağdırsınlar diye Yahudi varlığına mühimmat ve lavlar tedarik ettikleri gibi.Müslümanların başındaki yöneticiler, bu şekilde nasıl büyük bir günah işlediler ve sadece sömürgeciliğin ajanları olmakla kalmayıp aynı zamanda beldeyi tekrar işgal etmeleri için onun askerlerini getirerek nasıl bir ihanet işlediler!

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Yusuf Ebu Zer

Devamını oku...

İslam’ın Kanatları Altındaki İzzetle Uşak Rejimlerin Boyunduruğu Altındaki Zillet Arasında Dağlar Kadar Fark Var!

Sudan Lise Sınavları Yüksek Kurulu, uluslararası toplum ile ilgili kuruluşlara çağrıda bulunarak, Eğitim Bakanlığı’nın çabalarını desteklemelerini ve özellikle savaş bölgeleri ve insani krizin yaşandığı alanlardaki öğrenciler başta olmak üzere, tüm Sudanlı öğrencilerin sınavlara girebilmesini sağlamak için katkı sunmalarını istedi. (26.06.2024 SUNA)

İçimizden bir güruh, ne acıdır ki, hâlâ o Birleşmiş Milletler denen yapıdan ve onun uzantılarından hayır umuyor, o ‘sözde’ uluslararası toplumdan ve örgütlerden aman diliyor. Oysa tarihleri, onların zırnık koklatmayacağının en büyük ispatıdır. Çünkü bunlar hayrat yuvası değil, İslam’a ve Müslümanlara karşı ilan ettikleri nefreti her defasında kusan karanlık bir ajandanın maşalarıdır.

UNESCO, 2016 yılında aşırı şiddet içerikli radikalleşmenin önlenmesi amacıyla bir konferans gerçekleştirdi. Konferans sonunda, “Ortadoğu başta olmak üzere radikal fikirlerin yaygın olduğu bölgelerde eğitim müfredatlarının gözden geçirilmesi gerektiği” vurgulandı.

“Aşırı düşünceler” ifadesiyle kastedilen esasen yalnızca İslam’dır. Batının hâkimiyetindeki güçler, dini sadece bireysel ibadetle sınırlı gören, yönetime, siyasete, ekonomiye ve içtimai hayata müdahalesi olmayan bir İslam arzu etmektedirler. Bu sayede Müslüman coğrafyalarda emperyal planlarını rahatça uygulayabilecekler, Güney Sudan’ın ayrılması ve Sudan’daki mevcut iç savaş örneklerinde olduğu gibi zulüm ve soykırım politikalarını istedikleri gibi sürdürebileceklerdir. Güney Sudan’ın ayrılması da Sudan’da halen değirmenini döndüren savaş da, kapitalist Batı ve onun cani örgütlerinin izinden gitmenin doğal sonucudur.

Sözde “insani” olarak tanıtılan bu kuruluşların gerçek rolleri, görünenin çok ötesindedir. Saha gerçeklerini çarpıtan bilgiler yayarak halkları ve uluslararası toplumu yanıltmakta, böylece kendi müdahalelerini meşrulaştırmakta ve faaliyetlerine zemin hazırlamaktadırlar. Üstelik birçok gözlemciye göre bu kuruluşlar, büyük güçlere hizmet eden istihbarat araçlarına dönüşmüş, modern sömürgeciliğin yeni yüzü hâline gelmişlerdir. Hatta bu kuruluşlar, uluslararası çatışmanın en tehlikeli araçlarından biridir.

Sudan’da bu uluslararası kuruluşların Batılı ülkeler adına istihbarat topladığı ve casusluk yaptığı defalarca ortaya çıkmıştır. Bu durum sadece bilgi toplamayla sınırlı kalmamış, toplumsal gruplar arasında bölünme ve çatışmaların derinleşmesine de neden olmuştur. Özellikle Güney Sudan örneğinde olduğu gibi, bu kuruluşların taraf tutarak çatışmaları daha da körüklediği ve bu yıkıcı rolü, sahip oldukları diplomatik dokunulmazlıklara sığınarak oynadıkları görülmüştür.

İslerin güdülmesi, bu uluslararası kuruluşlara ihtiyatla yaklaşmayı ve onlara körü körüne güvenmemeyi gerektirir. Çünkü bu kuruluşların pek çok şüphe uyandıran faaliyetleri, devletlerin kendi aralarındaki çıkar çatışmaları ve destekçi ülkelerin tutarsız pozisyonları nedeniyle son derece belirsiz ve karmaşıktır.

Kurtuluşumuz, ne pusuya yatmış açık düşmanlarımızın ne de dost maskesiyle karşımıza çıkan, “ortak” ya da “bağışçı” adını takınmış münafıkların elindedir. Bizim elimizdedir, yalnızca. Biz ayağa kalkmadan, kimse bizi kurtaramaz.

Gelecek nesillerin inşasında kilit rol oynayan eğitim konularının, güvenilirliği tartışmalı bu kuruluşlara teslim edilmesi, ülkenin siyasi iradesi için adeta bir siyasi intihardır ve büyük bir felakettir. Bu yaklaşımın toplumu felakete sürükleyen sonuçları ise çok geçmeden kendini gösterecektir.

Eğitim, Müslümanların kalkınmasının temel taşıdır. Ancak eğitimin bu işlevi görebilmesi için, İslam akidesine dayalı bir siyasi sistemin varlığı şarttır. Böyle bir sistem, devleti için özgün ve bağımsız bir siyasi vizyon sunmalı; insanlığı küfür ve cehaletin karanlığından çıkararak İslam’ın adalet ve rehberliğiyle buluşturmalıdır. İslam’ın getirdiği bu adalet, maneviyattan düşünceye, ahlaktan siyasete, ekonomiden bilim ve teknolojiye kadar hayatın her alanında insanlığı refaha ulaştıracaktır. Açıkça söylemek gerekirse, bu siyasi sistem, Nübüvvet metodu üzere Raşidi Hilâfettir. Hilafet, İslam’ı tüm kurumlarıyla eksiksiz bir şekilde uygulayacaktır. Hilafet yüzyıllar boyunca üstün üniversiteleri, ileri teknolojileri, büyük keşifleri ve insanlığın gelişimine yaptığı dev katkılarla dünyaya liderlik etmiştir. Dolayısıyla, İslam’ın sağladığı izzetle, günümüzün bağımlı rejimlerinin getirdiği aşağılanma arasında dağlar kadar fark vardır.

Devamını oku...

Polis Cinayetleri: Kapitalist Zihniyetin Ürünü ve Cezasızlık Kültürünün Sonucudur

Kenya’da üç polis memuru, bu ayın başlarında gözaltında hayatını kaybeden 31 yaşındaki blog yazarı Albert Ojwang’ın öldürülmesi suçlamasıyla yargılanıyor. Ojwang’ın ölümü kamuoyunda geniş tepkiye neden olurken, adalet çağrısıyla çeşitli protestolar gerçekleştirildi.

Hizb ut Tahrir / Kenya olarak biz, aşağıdaki noktaların altını çizmek istiyoruz:

Kenya gibi seküler-liberal yönetimlerdeki güvenlik güçleri, aslında İngilizlerin sömürge döneminde halkı kontrol altında tutmak ve muhalif sesleri susturmak için kurduğu bir yapının uzantısıdır. Nitekim 1950’li yıllarda, Kenyalılar kendi kaderlerini tayin etme hakkını savunmaya başlayınca, polis ve İngilizlere bağlı diğer güvenlik birimleri on binlerce Kenyalıyı toplamış ve binden fazlasını darağacına göndermiştir. Belli ki polis, kendi halkını, vatandaşı korumak için değil, iktidarı korumak için potansiyel bir düşman olarak görüyor. Bu yaklaşımın kökeni de zaten halkı korumaya değil, sömürge düzenini ayakta tutmaya dayanıyor.

Seküler-liberal yönetimlerin ideolojisine göre, kâr ve çıkar insan hayatından daha kutsaldır. Bu nedenle yolsuzluk, cezasızlık ve devletin yağmalanması onların düzenine göre normaldir. İşte bu yüzden, onlara göre devletin cellatlarının işlediği cinayetler, her muhalif sesi boğmanın ve soygunlarını örtbas etmenin tek çaresidir. Şunu da belirtmek gerekir ki, bu tür devlet şiddeti sadece Kenya’ya özgü bir durum değil, küresel bir sorundur.

Biz, insan hayatının, daha doğrusu tüm canlıların kutsal ve dokunulmaz olduğunu düşünüyoruz! Devletin görevi, kimseyi kayırmadan, kimseden korkmadan sonuna kadar bu canları korumaktır. İslam inancında, insan hayatını korumak her şeyden önce gelir ve o, Yüce Allah’ın bize verdiği kutsal bir emanettir. İslam, canın kutsal olduğunu söyler, haksız yere bir cana kıymayı kesinlikle yasaklar ve her insanın onurlu bir yaşam sürme hakkının olduğunu belirtir.

Şunu bir kez daha vurguluyoruz: Polis teşkilatı, asıl görevi olan asayişi koruma, yasaları uygulama ve suçları soruşturma sorumluluğunu, ancak ve ancak yakında kurulacak olan Nübüvvet metodu üzere Raşidi Hilâfet yönetimi altında yerine getirecektir. İşkence kesinlikle yasaktır. Bir vatandaşa -inancı ne olursa olsun- kötü davranan veya işkence eden ve suçlu bulunan her polis, mutlaka bunun hesabını verecektir. Bu nedenle polis teşkilatı da kendini tamamen asayişi sağlamaya, vatandaşların canını ve malını korumaya adayacaktır.

Devamını oku...

El Vakiye TV: Hizb-ut Tahrir Bildirisi; Yahudi Varlığı Savaş Uçaklarının Bazı Rejimlerin Hava Sahasını Kullanarak İran’ı Bombalaması ve Ardından Bu Rejimlerin Tek Bir Kurşununa Bile Maruz Kalmadan Güvenli Bir Şekilde Üslerine Geri Dönmesi, Gerçekten

  • Kategori El Vakiye TV
  •   |  

El-Vakiye TV
Hizb-ut Tahrir Bildirisi:
Yahudi Varlığı Savaş Uçaklarının Bazı Rejimlerin Hava Sahasını Kullanarak İran’ı Bombalaması ve Ardından Bu Rejimlerin Tek Bir Kurşununa Bile Maruz Kalmadan Güvenli Bir Şekilde Üslerine Geri Dönmesi, Gerçekten Büyük Bir Utançtır!

 

Ey Ordular:

[ما لَكُمْ إِذَا قِيلَ لَكُمُ انْفِرُوا فِي سَبِيلِ اللهِ اثَّاقَلْتُمْ إِلَى الْأَرْضِ]
“Size ne oldu ki, "Allah yolunda, savaşa çıkın" dendiği zaman yere çakılıp kaldınız?” [Tevbe: 38]

Sunan: Müh. Selahaddin Adada
Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi Müdürü

Bildiriyi Okumak İçin Tıklayınız

Pazartesi, 20 Zilhicce 1446 Hicri - 16 Haziran 2025 Miladi

Daha fazlası için TIKLAYINIZ

el vakiye tv

#طوفان_الأقصى
#الجيوش_إلى_الأقصى
#الأقصى_يستصرخ_الجيوش
#AksaTufanı
#OrdularAksaya
#ArmiesToAqsa
#AqsaCallsArmies

el vakiye tv

Devamını oku...

Tahran’ın, Katar'da Bulunan ABD Üssü El Udeyd'i Füzelerle Vurması Daha Önceki Senaryonun Bir Tekrarı Mı

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Tahran’ın, Katar'da Bulunan ABD Üssü El Udeyd'i Füzelerle Vurması

Daha Önceki Senaryonun Bir Tekrarı Mı

Haber:

Yahudi varlığının İran'ın askeri ve nükleer hedeflerini vurmasıyla 12 gün önce başlayan savaş, ABD'nin hafta sonu İran'ın nükleer tesislerine B-2 uçaklarıyla düzenlediği bombardımanla farklı bir yöne evrildi. Tahran dün akşam misilleme olarak Katar'da bulunan ABD üssü El Udeyd'i füzelerle vurdu. (hurriyet.com.tr, 24/06/2025)

Yorum:

Öncelikle İran’ın Yahudi varlığına saldırması ve Katar’daki Amerikan üssünü vurması sevindirici bir durumdur; ancak İran’ın saldırısıyla birlikte gelişen olaylara bakıldığında şöyle bir soru gündeme geliyor; İran’ın bu saldırıları Yahudi varlığı ve Amerika ile gerçek bir savaşa girdiğinin göstergesi mi yoksa bu, daha önceki senaryonun bir tekrarı mı?

İran’ın gerçekliğini anlamak adına, İran’ın geçmişine ve Amerika ile olan ilişkisine çok kısa bir göz atalım:

Amerika, Humeyni’nin Şah’ı devirmesine ve onu Paris’ten getirerek iktidarın dizginlerini teslim almasına yardım edip İran da Amerika’nın yörüngesinde hareket etme sözü vermesiyle İran’ın bölgedeki rolü başlamış oldu. Zira 1980’lerde ilk Suriye devrimi patlak verdiğinde İran, Amerika’nın tabisi Esad rejimini desteklemiş ve Lübnan’daki Tevhid Hareketi gibi İslami grupları ona teslim olmaya zorlamıştı. 2011 yılından bu yana devam eden ikinci Suriye devriminde ise askerlerini ve yandaşlarını, rejime karşı ayaklanan ve Hilafetin ve Allah’ın hükmünün ikame edilmesi çağrısında bulunan Suriye'deki Müslüman halkla savaşmaları için göndermiştir.

Ayrıca İran, Afganistan ve Irak’ın işgalinde de Amerika’yı desteklemiş, yandaşlarının bu işgale destek vermelerini sağlamış, 2014’ten bu yana ise Amerika ve ajanlarına karşı ayaklanan Müslümanlara karşı onun yanında savaşmalarını sağlamış ve Yemen’de iktidarı ele geçirmek için de ABD destekli Husileri desteklemiştir.

Ayrıca Yahudi varlığının Gazze’ye yönelik savaşının başlamasından bu yana İran’ın Yahudi varlığına yönelik zarar verici hiçbir saldırıda bulunmaması ve Yemen’de desteklediği Husilerin de Gazze’nin yanında olduklarını söyledikleri halde, fırlattığı füzelerin Yahudi varlığını dizginleyecek veya ona zarar verecek bir etkisinin olmaması İran’ın bu gerçekliğini teyit eden başka bir göstergedir.

Nitekim Amerika, İran’ın bölgede gösterdiği tüm eylemlerinin kendi bilgisi dahilinde gerçekleştiğini ifade eden birçok açıklamalarda bulunmuştur. Örneğin ABD Başkanı Donald Trump, seçim kampanyası sırasında 11 Haziran 2023'te yayımladığı bir videoda destekçilerine şu açıklamayı yapmıştır: “İran, Kasım Süleymani’nin öldürülmesinin ardından bizden, kamuoyu önünde itibarını korumak için üslerimize füze fırlatmayı talep etti.” Ve şöyle dedi: “İranlılar bizi aradılar ve başka seçeneğimiz yok, itibarımızı kurtarmak için sizi vurmamız lazım dediler. Ben onları anladım. Çünkü onları vurursak bir şeyler yapmaları gerekiyor. Belli bir askeri üsse 18 füze fırlatacağız ama endişelenmeyin, füzeler üsse ulaşamayacak dediler.” Ve şöyle ekledi: “O geceyi hatırlıyorsunuz. İlginç bir gece. Gergin olmayan tek kişi bendim çünkü ne olacağını biliyordum. İran’ın fırlattığı füzelerden 5’i üssün üzerinden uçtu ve geri kalan füzeler ise üs bölgesinin dışında patladı. Bu hikayeyi daha önce hiç anlatmadım ama milletimize ve ülkemize duyulan saygının boyutunu bilmeniz için şimdi konuştum.” İşte bu da İran’ın Amerika olan ilişkisinin boyutunu ortaya koyan başka bir gerçekliktir.

Şimdi gelelim Tahran’ın, Katar'da bulunan ABD Üssü El Udeyd'i füzelerle vurmasına; bu konuya tam bir netlik kazandırma adına The New York Times'da bugün (24/06/2025) yayımlanan ve gazetenin Birleşmiş Milletler Büro Şefi ve İran ve Orta Doğu haberlerinden sorumlu muhabiri Farnaz Fassihi'nin imzasının olduğu bir haberi aktaralım; “İran Katar'daki ABD üssünü hedef alan füzeleri ateşlemeden önce bir çıkış yolu arayışı içindeydi. Hatta İran Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi'nin dün sabah yaptığı olağanüstü toplantıda, ABD'nin saldırısına nasıl cevap verileceği konuşuldu. İran altta kalmak istemiyordu. Nitekim savaş planlarına vakıf olduğu belirtilen ancak isimleri açıklanmayan dört İranlı yetkilinin verdiği bilgiye göre Hamaney, ABD'ye verilecek cevabın belli sınırlar içinde kalmasını ve böylece ABD'yle topyekûn bir savaşa girmekten kaçınılmasını istedi. Yetkililer İran'ın bölgedeki bir Amerikan hedefini vurmak istediğini ancak ABD'den gelecek yeni saldırıları da önlemek istediğini vurguladı. Ayrıca gazeteye konuşan iki Devrim Muhafızları üyesi de El Udeyd Hava Üssü'nün iki sebeple vurulduğunu belirtti. Birinci sebep buranın bölgedeki en büyük Amerikan üssü olması ve hafta sonu düzenlenen B-2 saldırılarının koordinasyonunda bu üssün kullanıldığına inanılması, ikinci sebep ise Katar İran'ın yakın bir müttefiki olduğundan, hasarın nispeten minimumda tutulabileceğinin düşünülmesiydi. Yine yetkililerden biri, Katar'daki Amerikan üssüne saldırı öncesinde planın, hiçbir Amerikan askerinin öldürülmemesi olduğunu vurguladı. Zira üste yaşanacak herhangi bir can kaybının Amerikalıların da karşılık vermesine yol açarak yeni bir saldırı döngüsünü başlatabileceğinden endişeleniliyordu. Saldırının ardından Trump'ın yaptığı açıklamada İran'ın ateşlediği 14 füzeden 13'ünün düşürüldüğü, herhangi bir can kaybı ya da yaralanma olayı yaşanmadığı ve hasarın minimumda olduğu vurgulandı. Hatta Trump, dikkat çeken bir açıklama yaparak İran'a "erken uyarı verdikleri için" teşekkür etti ve bu sayede can kaybı yaşanmadığını belirtti.Tahran yönetimi ise saldırıyı kamuoyuna "Amerikalıların İran'a saldırmasının bedeli" olarak sundu. İran Silahlı Kuvvetleri sözcüsü kameraların karşısına çıkarak, saldırıyı Devrim Muhafızları'nın gerçekleştirdiğini belirtti ve "Düşmanlarımızı uyarıyoruz: Vur kaç çağı sona ermiştir" diye konuştu. İran devlet televizyonunda yapılan yayınlarda da İran'ın emperyalist güçlere karşı aldığı zaferden övgüyle bahsedildi.” [Gazeteden yapılan alıntı bitti]

Gazetede geçen metinlere dikkat edilirse İran, yapacağı tüm eylemlerini, Amerika’nın göstereceği tepki üzerine kurgulamaktadır. Zira yukarıdaki haberde de geçtiği üzere İran'ın ateşlediği 14 füzeden 13'ünün düşürülmesi ve herhangi bir can kaybı ya da yaralanmanın olmaması bunun en iyi kanıtıdır. Bu da aslında İran’ın Amerika’ya zarar verecek ciddi bir saldırıda bulunmadığına, sırf halkına karşı itibarını korumak adına böyle bir saldırıda bulunduğuna işaret etmektedir. Zaten İslam ve Müslümanların düşmanı kafir Trump, İran’ın Amerikan askeri üssüne yönelik saldırısı hakkında şöyle bir açıklamada bulunarak bu gerçeği ortaya koymuştur: “Erken uyarı verdikleri için" İran'a teşekkür ediyorum, bu sayede can kaybı yaşanmamıştır.” Bir düşmanın kendisine yapılan saldırıdan dolayı teşekkür ettiği nerede görülmüş Allah aşkına?

Ne yazık ki tüm bu göstergeler, İran’ın, Amerika ve Yahudi varlığına karşı ciddi bir savaşa girmediğine, Allah’a, Rasulü’ne ve başka izzetli Gazze halkı olmak üzere tüm müminlere ihanet ettiğine, sadece kendi şahsi çıkarları uğruna hareket ettiğine, Müslümanların masum kanlarını hiç umursamadığına işaret etmektedir. Bu yüzden tüm Müslümanların, bu gerçeğin farkına varıp ivedilikle Yahudi varlığına ve Amerika’ya haddini bildirecek, tüm Müslümanların kanlarını, canlarını ve namuslarını koruyacak ve dünyanın herhangi bir yerindeki tek bir Müslümanın feryadına bile devasa ordularla karşılık verecek Raşid bir Halifeyi nasbetmeleri gerekir.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan

Ramazan Ebu Furkan

Devamını oku...

Amerika, Yine Uluslararası Hukuku Çiğniyor!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Amerika, Yine Uluslararası Hukuku Çiğniyor!

Haber:

ABD Başkanı Donald Trump Pazar akşamı, ABD hava kuvvetlerinin İran'ın nükleer programının üç önemli tesisini başarılı bir şekilde bombaladığını açıkladı. (BBC)

Yorum:

İran topraklarına yönelik bu Amerikan saldırısı, hangi bahaneyle gerçekleştirilmiş olursa olsun, sözde "uluslararası hukukun", büyük güçlerin zayıf ülkeleri sömürgeleştirilmesini meşrulaştırmak için tasarlanmış bir aldatmacadan başka bir şey olmadığının açık bir örneğidir.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyeleri arasında, belirli bir uluslararası sorunun çözümü konusunda bir mutabakat olduğunda, uygun kararı alıp hukuki meşruiyet kisvesi altında iradelerini zorla dayatırlar. Bu gibi durumlarda da herkes uluslararası hukukun üstünlüğünden bahseder.

Bu durum örneğin, Libya diktatörü Muammer Kaddafi'nin devrilmesine fiilen izin veren 1973 sayılı kararda görülmüştür.

Büyük güçler arasında bir anlaşma olmaz ve ortak bir tutum veya askeri bir koordinasyon sağlanamazsa, o zaman “uluslararası hukuk” bir anda kolayca göz ardı edilebilecek boş bir slogana dönüşmektedir.

Benzer bir olay 2003 yılında da yaşanmıştır; zira ABD, Güvenlik Konseyi'nden karar almada başarısız olunca Irak'ı tek başına işgal etmeye karar vermiştir.Bundan önce 1999 yılında da NATO ülkeleri Yugoslavya'yı işgal etmiş, ardından da 2008 yılında Rusya Gürcistan'ı, 2014 ve 2022 yıllarında ise Ukrayna'yı işgal etmiştir.

Her seferinde buna benzer bir şey yaşandığında, saldırgan devlet, "sivillere özen gösterme", "ihlal edilen adaleti yeniden sağlama" veya diğer parlak sloganlar gibi suçlarını güzel bir kılıf altında sunmaya çalışmaktadır.

Örneğin Ukrayna krizi, “Avrupa sorunu” olarak bilinen çerçevede büyük güçler arasında yaşanan hararetli ve rekabetçi bir çatışmayı temsil etmektedir. Ayrıca Rusya, uluslararası hukuka bağlı kalmanın kendi varlığını tehdit ettiğini algılamasının ardından, tüm uluslararası anlaşmaları ve yükümlülüklerini hiçe sayarak Ukrayna'yı işgal etme kararı almıştır.

İran'a yönelik saldırıya gelince, ABD yine uluslararası hukuku çiğnemiştir.Aslında ABD'nin nükleer gücü, nükleer silaha sahip olduğu varsayılan Yahudi varlığıyla birlikte, başka bir bağımsız ülkeye tek taraflı olarak iradesini dayatmaktadır.Kayda değerdir ki ben bu yorumda, İran'ın son on yıllar boyunca ABD'nin Ortadoğu politikalarının en önemli uygulayıcılarından biri olmasına rağmen ABD'nin İran'a yönelik gerçekleştirdiği saldırının hakikatini hariç tutuyorum.

Bir yandan ABD, Amerika'nın bu şımarık çocuğu, Gazze Şeridi'ndeki Filistin halkına karşı akla gelebilecek her türlü savaş suçu işlemesine rağmen Yahudi varlığını kınayan herhangi bir BM Güvenlik Konseyi kararını veto hakkını kullanıyor.

Öte yandan da Amerika, BM Güvenlik Konseyi'nin, -bu kez Rusya'nın- veto hakkı nedeniyle İran'a karşı askeri güç kullanımına izin veren bir karar çıkarmayacağının bilincinde olarak İran'ın nükleer tesislerine tek başına bir saldırı düzenliyor.

Aslında “uluslararası hukuk” mefhumunun gerçekten olması imkansızdır; çünkü ‘hukuk’ ve “uluslararası” mefhumları doğası gereği birbiriyle bağdaşmamaktadır. Bunun ise üç nedeni vardır:

1- Kanun, temsili (yasama) organ, yani iktidar otoritesi tarafından çıkarılan normatif hukuki bir işlemdir.Bu durumda tanım uyarınca uluslararası bir yönetim otoritesinin olması imkansızdır.

2- Kanun uygulanabilir olması gerekir, yani uygulanması için bir mekanizmanın olması gerekir.Devlet içinde bu tür bir mekanizma, kolluk kuvvetlerinde mevcuttur.Uluslararası düzeyde ise bu mümkün değildir; çünkü mevcut “barış güçleri", sadece bireysel ülkelerin ordularından müteşekkildirler.Bu ordular rolü gereği, örneğin bu koruma kendi ülkeleri için bir tehlike oluşturursa veya çıkarlarına aykırı olursa, uluslararası hukuku veya diğer ülkelerin egemenliğini ve çıkarlarını asla korumayacaktır;tıpkı Ukrayna krizinde ve saldırgan devlet olan Rusya Federasyonu ve bu anlaşmanın diğer imzacıları tarafındanBudapeşte Memorandumunun ihlal edilmesinde olduğu gibi.

3- Kanun, ilişkileri düzenler ve bu düzenleme sadece tek bir toplum çerçevesinde uygundur; zira aktörler egemenlik sahibi devletler olduğunda onun uygulanması imkansızdır;çünkü her ülkenin, kendi çıkarları doğrultusunda diğer ülkelerle ilişki kurma veya ilişki kurmaktan kaçınma konusunda egemenlik hakkı vardır.

Uluslararası hukuk fikrinin ortaya çıkmasından bu yana, Batılı hukukçular arasında bu kuralların özü konusunda anlaşmazlıklar olmuştur.Nitekim birçok kişi, onun bağlayıcı gücü konusunda şüpheye düşmüştür.Örneğin Immanuel Kant, Thomas Hobbes, John Austin ve Georg Hegel gibi Batılı düşünürler ve hukukçular genel bir uluslararası hukukun varlığını inkar etmişlerdir.

Ancak daha sonra bu fikrin propagandasını yapan büyük güçlerin baskısı altında, sözde “uluslararası hukuk” uluslararası ilişkilerde kabul gören bir gerçeklik haline gelmiştir.

Sonuç olarak uluslararası hukuk ve tüm kurumları, ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin gibi ülkeler arasındaki çatışma ve rekabetin bir aracı haline gelmiştir.Bu arada diğer ülkeler, halkları, kaynakları ve toprakları, bu büyük güçler tarafından bu “hukukun” suç amaçlı kullanılmasının kurbanları haline gelmiştir.

Bugün dünyanın birçok yerinde yaşanan istikrarsızlık halinin temel nedeni işte budur;zira Filistin, İran veya Ukrayna halklarının çektiği acılar, büyük güçlerin işlediği sonu gelmeyen suçlar zincirinin sadece küçük bir halkasıdır.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan

Fazıl Hamzaev - Ukrayna

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER